Ama ben o değilim!

Çocukluktan beri iyi arkadaştılar. Bütün dünya bir yana kendileri bir yanaydı. Her sırlarını paylaşır, her dertlerine koşarlardı. Mutluluğuyla sevinir, üzüntülerini hafifletmek için çare ararlardı.

İki iyi dost, iki iyi arkadaştılar.

Zamanın çoğunu birlikte geçirirlerdi.

Bazen oradan buradan, bazen şuradan konuşur, onu anlatır, bunun hakkında konuşurlardı.

Hayata dair her şeyi birlikte paylaşır; iyilik, güzellik, dostluk, kardeşlik üzerine meseleler de anlatırlardı.

Uzun bir birlikteliğin sonuna gelinmişti.

Ancak bu ayrılık, küsme veya darılma şeklinde değil, hayatın akışı gereğiydi.

Dostunun içini rahatlatmak için başladı konuşmaya…

Önemli bir göreve seçilmişti ve şimdi memlekete hizmet zamanıydı.

Yaşadığı kenti daha iyi yerlere çıkarma şansına sahipti.

Halkı ondan hizmet bekliyorken, aylak aylak dolaşamazdı ya…

Ama” dedi güven veren bir ses tonuyla…

Senin yerin bir başka” diye devam etti.

Bir ihtiyacın olduğunda ben varım” diye göğsünü gererek teminatı olduğunu söyledi.

Gelmene de gerek yok, gelirsen de başım üstüne…

Bir haber yollaması yeterliydi.

Aralarında bir şifre olsun diye de “Ben O’yum” demesinin yeterli olacağını söyledi.

O, yani en büyük dostu…

Can yoldaşı…

Kankası yeni tabirle…

Üzüntüsünü paylaştığı, sevinciyle neşelendiği…

Birlikte yediği, içtiği, uyuduğu, hatta aç ve susuz bile kaldığı…

O, kendisi için çok değerliydi, kendisi de O’nun için…

Ben O’yum” diyecekti ve her kapı açılacaktı kendisine…

Gerçi pek işi düşmezdi ama dünya işte belli mi olur?

***

Gel zaman, git zaman…

Şehre hiç işi düşmezdi ama şans işte çok önemli bir sorunu olmuş ve bunu da ancak arkadaşı çözebilirdi…

Özlemişti de keratayı…

Burnunda tütüyordu…

Uzun bir yolu hasretlikle tüketti.

Can dostunun görev yaptığı mekanı arayıp buldu ve kapıdan içeri girmeye hazırlanırken, “hooop hemşerim” sesiyle irkildi…

Ahretlik sorulara başlandı ve o, can dostunu, yani o makamın en tepe ismini görmek istiyordu.

Sekreterliğin yerini söylediler ve çıktı…

Görüşme isteğini söyledi…

Randevusu olup, olmadığını sordular.

O neydi bilmez ama sonunda “önceden haber vermesi” gerektiğini anladı.

Randevu denenden yoktu.

O zaman görüşmesi mümkün değildi.

Nasıl olur?” diye hayıflanmaya başladı, o kadar yol gelmişti.

Üstelik özlemiş, burnunda tütüyordu.

Hem işi de vardı.

Olmayacağı söylendi, hem de kesin bir dille…

Aklına birden “Ben O’yum” hatırlatması geldi…

Bir kağıt ve bir kalem istedi sekreter hanım kızdan…

Uzattı ve o da tek satır bir yazı yazdı; “Ben O’yum!

Sekreter hanım kız, ziyaretçinin durumuna üzülmüş ve “notu içeriye götür bari” isteğini geri çevirememişti.

Bir tek satır yazıdan ne çıkacaktı ki, ne unvanı vardı, ne koca koca makamları…

Bir kartviziti bile yoktu, yüksek yüksek kademede görevleri de…

Nazlansa da götürdü içeriye ve O, bekledi kapıda…

Bir süre sonra hanım kızımız çıktı, yine elinde aynı kağıt…

Uzattı ama bu defa tek satır, iki satır olmuştu.

Sevindi, yüreği kıpır kıpır etti ve uzatılan kağıdı aldı, okuyabileceği hale getirdi ve okudu; “Ama ben O değilim!

Boynu bükük şekilde gerisin geri döndü O!

O’nu da orada bırakarak ama artık O, bıraktığı O değildi…

Yazık…

Tweetimden seçmeler

Elimde okuyacak kitap kalmamış iyi mi? Kütüphane, “acil kitap okuma servisi”ni hizmete koysa ne iyi olurdu. Şimdi bekle mesai saatini.

www.naifkarabatak.net

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi