Hadi Gelin Depresyona Girelim

Koca bir toplum aynı anda ve aynı hastalığa yakalanır mı, yakalanırsa mutlaka salgın bir hastalığın, çok hızlı bir şekilde yayılmış olduğuna inanırız. Toplum olarak depresyona girersek, bunu salgın olarak nasıl açıklarız?

Doktor olmadığımdan, depresyonun en belirgin 6 özelliğini de saymayacağım. Hatta depresyondan korunmak için nelere dikkat edeceğimiz de, benim konum değil.

Ben direkt olarak depresyona girelim diyorum, tedavisini kalanlar nasılsa yapar. Hipokrat yemini etmiş ve depresyona girmemiş birkaç doktor, bütün bir vatanı kurtarabilir.

Şaka bir yana, toplum olarak aşırı bir stres altında olduğumuz kesin.

Bir isteksizlik var herkeste.

90 yaşına gelmiş gençler görüyorum etrafta; uykusuz, yorgun, bitkin.

Yüzler gülmüyor, somurtan insanlar, kaşı çatık ve öfkeyle değilse de gülen gözlerle bir diğerine bakmayan yığınlar…

Moda olsun diye değil, pazartesi sendromunun yerini iş sendromu almaya başladı. İşlerin kalitesi düşüyor, işe gitmek isteyenleri silah zoruyla götürüyormuşsun gibi sürünerek gidiyor. Hatta bazısı işe mehter marşıyla gidiyor, iki ileri, bir geri.

Yeme bozukluğu, toplumun tümünde var gibi; ya ölümüne yiyorlar ya ölümüne yemiyorlar.

İştahı açılan, obez bir yaşam sürüyor, iştahı kapanan diyete girdiğini söylüyor, inceldikçe inceliyor, dili bile ağzına fazla geliyor.

Sosyal medyadan olduğunu sanmıyorum, herkeste bir “uyumama” veya “uyuyamama” hastalığı var. Sabaha kadar uyanık kalmak, bir birine hava atmak için mi, şiir diye kelimelere cinayet işlettirmek için mi bilmiyorum…

İçi boşaltılan aşk, cinsellikten öteye bir türlü ulaşamayan sevgi ve ihanet çemberi…

Televizyonda yalan, dolan, aldatma ve ihanet arasında gidip gelen diziler ve onların bağımlıları.

Başını cep telefonunun önünde eğen ve hiç kaldırmayan, etrafıyla iletişimi bir türlü sağlayamayan, içine kapanık yepyeni bir nesil.

Gerçek hayatı bir türlü yaşayamayanlar, gerçekle sanal arasında bir yerde, Araf hayatı sürenler…

Aşırı bir tarafgirlik; ölümüne savunulan siyasi partiler, görüşler, terör örgütleri, aşağılık oluşumlar…

Hiç uykuya dalmayan ama sürekli hortlatılan ırkçılık, mezhepçilik, “biz daha büyüğüz, biz daha güzeliz, biz var ya biz, acayibiz” gibi çocukça, aptalca soyuyla, sopuyla övünmeler…

Suçlama, suçlanma, bunalma, sorma, sorgulama ve sürekli çözülmeyen problemlerle uğraşma, ödenmeyen borçlar, tutulmayan sözler, intihar eğilimleri…

Gerçek kimliğini gizleyip, farklı cins veya yaşla sağa sola sataşan ve bir süre sonra kimlik bunalımına giren ilginç bir nesil…

Görme, dokunma, hissetme, tatma gibi duyu organlarına gerek duymadan, kurulan sanal “sıkı” dostluklar ve sonrasında gerçekle yüzleşince bunalıma giren yığınlar…

Depresyonun belirtilerini sıralamayacağım dedim ama bir tıpçının hayır diyemeyeceği maddeleri de sıraladım sanırım.

Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi, Türkiye’de de üstü örtülmeye çalışılan salgın bir depresyon hastalığıyla karşı karşıyayız.

Üçüncü dünya savaşının çıktığına ve çıkacağına inanan bir kesimin erzak yığması değilse de, “ne olacak?” kaygısı biriktirdiğine kuşku yok.

Savaşın ve iç kargaşanın sürdüğü ve hep “özgürlük” vaadiyle insanların hayatının alt üst edildiği ülkelerdeki göç görüntüleri, çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve gençlerin perişan halleri, “ya biz de o yola düşmek zorunda kalırsak” kaygısını biriktirdikçe biriktiriyor.

Ülkemizde, 30 yılı aşkın bir zamandır devam eden ve son zamanlarda dozunu arttıran terör saldırıları ve terörle mücadelenin getirdiği tablo da, “adım adım bize doğru geliyor” kaygısı var. Irak, Mısır, Lübnan, Libya, Filistin ve Suriye’de yaşananlar, insanları çektiği acı, hayatının baharında kaybedilen canlar, bir köşede kalıp ağlayan bebeler…

Terörle mücadelenin aslında bir terör örgütüyle yapılmadığını iyi bilenler, Türkiye’yi de iç kargaşa ve savaşın eşiğine getirme çabasında olan ülkelerin farkında. Buna içerideki hainleri de eklediğinizde, verilen mücadelenin çapının ne kadar genişlediği daha iyi anlaşılacak.

Ne olursa olsun, her tarafta patlayan bombalar, sürekli bir canlı bomba korkusu, iç savaş veya kargaşa beklentisi, üçüncü dünya savaşı çıktı çıkacak kâbusu da eklendiğinde, sağlıklı bir toplum yapısını bulmak çok zor. Bu yapı kaybedildiğinde, onarmak da kolay değil.

Ne yazık ki, özellikle içimizdeki hainler yüzünden, zulme karşı çıkma, teröre karşı durma, barıştan yana olma, demokrasiyi ve insanlığı seçmek de mutasyona uğradı ve insanlar aslında bir şeylerin tarafıyken, nelerin tarafı olduğunu bilmeyecek bir kafa karışıklığında.

Aklıma “Deli suyu” hikâyesi geldi.

Hani padişahın gördüğü rüyayı yorumlayan adamın, “Padişahım, üç ay sonra bir yağmur yağacak, bu sudan içen herkes delirecek.” dediği hikâye…

Bu yorumu duyan padişah, devasa sarnıçlar yaptırmış ve içine kaynak sularını doldurmuş.

Rüyayı tabir edenin dediği gibi üç ay sonra bir yağmur yağmış ve o günden sonra kuyulardan su çekip, bir yudum dahi içen herkes delirmiş. Padişahın depoladığı su nedeniyle yöneticiler akıllı kalmayı başarmış. Ama bir süre sonra bu su da bitmeye başlamış ve zaten hayat çekilmez hal almış. Çünkü herkesin deli olduğu bir toplumda, akıllı olmanın bir zevki de kalmamış ve padişah, “hele getirin o sudan” diyerek, kana kana içmiş ve “akıllı” bir tek kişi kalmamış…

Dikkat edilmezse, koca bir toplum delirmezse bile, girdiği bunalımdan çıkması çok da kolay olmayacak ve o zaman belki de “Hadi gelin depresyona girelim” şarkısı yazılacak ve hit parça olarak da döne döne dinleyeceğiz…

Tweetimden Seçmeler

Kendinize olan saygınız, beraberinde başkalarına olan saygınızı arttırır. Bu da, başkalarının saygı ve sevgisini kazanmanızı sağlar.

www.naifkarabatak.net

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi