Heykel, heykel! Sen ne güzelsin öyle!

 

Biz daha “böyle sanatın içine” tükürmeden çok uzun yıllar ama çok uzun yıllar önce başladı heykel merakı. Vakti zamanında heykel yapmayı aşk ve meşkle karıştıranlar, yazı yazıp, duygularını dille ifade etmekten acizlerdi.  Henüz ağızdan çıkan anlamsız sesler kelimelere dönüşmemiş, karşındaki insanı olumlu veya olumsuz etkileme gücünü elde etmemişti. Ne yüreklere hitap eden cümleler kuruluyor, ne insanların kafasının tasını attıracak aykırı kelimeler çarpılıp, cümle yapılıyordu.

En iyi anladıkları gördüğü nesneleri şekle dönüştürmekti. Önce mağaranın duvarına yaptıkları eğri büğrü resimleri kimseye sanat diye yutturma derdinde değillerdi. Amaçları, duygularını ifade etmek, belki gelecek nesillere ipucu kabilinden bir şeyler bırakmaktı.

Sonra okuyup heykeltıraş olamadılar ama heykel yapmayı öğrendiler. Bazen tahtadan, bazen çamurdan, bazen taştan, bazen kayadan, bazen de mermerden…

Sonra bu heykeller çok hoşlarına gitti.

O tarihlerde sanattan anlayan da yoktu, sanatın içine tüküren de…

Dolayısıyla hayranlıkları, kendi eserlerindeydi.

Çok güzel bir şey ortaya koymuş, emek harcamış, bir işe yaradığını göstermişti.

O vakitler hiçbir şey yok olabilir ama “uyanık” her zaman vardı.

Kendi ürettiği eserden para kazanmanın, hem de sonsuz para kazanmanın yolu, bu heykelleri puta dönüştürmekti.

Böylece insanların içinde olan “bir şeye inanma” duygusunu harekete geçirip, kendi eliyle yaptığı heykele mana yüklemesi gerekiyordu.

Yaptılar da…

Tarihte en büyük put olarak gösterilen ve İslam’la birlikte yerle bir edilen Lat ve Uzza, büyük bir kitleye hitap ediyordu. Moda deyimle de müthiş bir taraftar kitlesi vardı.

O ve onun alt kategorisindeki tanrılar(!), insanların havasını değiştirmiyor, suyunu tatlandırmıyor, cebini doldurmuyor, ekmeğine katık sağlamıyor, oğluna kız, kızına oğlan bulmuyor, çocuk sahibi olamayan kadınları güldürmüyor, umutsuzlara ümit olmuyordu ama bütün bunların hepsinin olduğuna inandıran “uyanıklar” vardı.

Onun için kurbanlar kesiliyordu, paralar akıtılıyordu, mallar, mülkler bağışlanıyordu, birleri de bundan geçiniyordu.

Sonradan sanat oldu bu heykeller.

Önceleri hepsi birer puttu ve hepsine tapacak kadar cahiller vardı.

Halen var…

Halen tapmasa da, heykelden medet umanlar var.

Heykeli bir sevgi nişanesi olarak görenler var.

Dokunulmaz bilen, dokunduğunda ülkenin temel nizamlarının bir başka kurala uydurma gayretinde olduğuna yürekten inanan ahmaklar var.

Yahu alt tarafı heykel…

Heykel, kimi resmederse resmetsin, kimi ifade ediyorsa etsin, kime benziyorsa benzesin, taştan, topraktan, kayadan, mermerden bir eser işte.

Sanatsal değeri varsa, içine tükürmeden başköşeye koyup, süs olarak kullanmak mümkün ama ona farklı anlamlar yüklemenin de bir adabı olmalı.

Heykel, tıpkı resim gibi bir şeyler anlatmalı ama bu anlatım, onu tanrılaştırmamalı, tapılacak bir şey gibi görülmemeli, yüce bir değer yüklenmemeli, karşısında el pençe divan durulmamalı.

Bir kitap, bir şiir, bir makale, bir hikâye, bir roman gibidir heykel, resim, müzik…

Cahiliye döneminde hamurdan yapılan küçücük putlar vardı.

Önce kendi eliyle hamuru yoğurur, sonra ona güzelce bir şekil verir, ince işçilikten sonra da ortaya güzel bir şey çıkardı.

Ve hemen ona taparlardı.

Karınları acıkana kadar…

İşte o zaman tanrılarını yiyen adamlara dönüşürlerdi birden bire…

Önemli değildi onlar için, bir süre sonra yeni tanrı yapmaktan kolay ne vardı. Ellerindeki bir şeydi.

Tanrıyı bulamayanların, tanrısı çoktu, hem de pek çok. Her çeşidinden vardı. Karşılaştıkları her soruna çare olacak bir tanrı üretiyorlardı. Yapıyorlardı, satıyorlardı, yapıyorlardı insanların duygularını sömürüyorlardı.

Sonra heykel, sanata dönüştü.

Ama eski cahiliye hastalığı gizliden gizliye sürdü gitti.

Dünyanın birçok yerinde “heykel hastalığı” vardır.

Ülkelerinin önderlerinin heykelini dikerler, karşısına geçip selam dururlar. Hatta çelenk koyar, saygı duruşunda bulunurlar. Asla kıpırdamazlar, Alimallah saygısızlık sayılır.

Bu ülke heykelden ve heykel kafalılardan çok çekti.

Şimdi BDP buna özenmiş.

Aslında ne olduğunuzu anlatamıyorsanız, anlatacak bir şeyiniz de kalmamışsa, en iyi yol, “lider” bildiğinizin heykelini dikmektir…

Milyonlarca yıldır değişmeyen zihniyetin, halen “yeni ve özel ya da özgün” diye sunulması ne garip!

Hadi, yapın Abdullah Öcalan’ın heykelini. Karşısına geçin, esas duruşta durun. Önce çelenk sunun, allı, yeşilli, morlu olsun ama.

Sonra “Heykel, heykel! Sen ne güzelsin öyle!” deyin, inanırsınız da…

Twitimden seçmeler

Derdinizin çok olduğunu düşünüyorsanız, düşünecek halde olduğunuz için şükretmelisiniz!

www.twitter.com/naifkarabatak

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Naif Karabatak Arşivi