İkinci Çanakkale Zaferi barıştır!

 

Özellikle Çanakkale Savaşları söz konusu olduğunda “Dönmeyi hiç düşünmediler” diye Çanakkale’de mücadele eden Mehmetçiklerin “ölümü göze alarak” gittiklerini söyleyerek nasıl bir fedakârlıkta bulundukları anlatılır. Yine aynı savaşta, Mustafa Kemal’in Arıburnu Kuvvetleri Komutanı olarak verdiği emirde “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zamanda yerimizi başka kuvvetler alabilir.” dediği de rivayet edilir.

Savaşlarla ilgili kahramanlık destanları, kulaktan kulağa yayılan sıra dışı öyküler, hep insanların vatanı ve milleti için nelere katlanıldığının anlaşılmasına dönüktür. Adsız kahramanların fedakârlığı, adı olanların da namı yürür gider. Kimisi iyi anılır, kimisi kötü.

Ancak, Mustafa Kemal’in “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum” emrinin bugün doğru anlaşılmış veya doğru aktarılmış bir emir olarak algılandığına inanmıyorum.

Kanınızın son damlasına kadar savaşacaksınız” demekle, “taarruz etmeyin, ölün” demek arasında çok büyük bir fark vardır. Bir kahramanlık destanı yazmak için insanları bile bile ölüme götürmenin mantıklı hiçbir yönü olduğunu düşünmüyorum.

Elbette bunlar, ülkenin içinde bulunduğu şartlarda sıkça sürdürülen savaşlardan biriside yaşanandır, bugün sürdürülen “anlamsız” mücadelede değil..

Cumhuriyetin kurulmasından çok önce yaşanan Çanakkale Deniz Savaşları, dünya savaşları ve sonrasındaki kurtuluş müsaadeleriyle destanlaşan ama adları bilinmeyen kahramanlar üretti.

Anasının kınalayıp cepheye yolladığı gençlerin, hangi bölgeden, hangi il, ilçe, kasaba veya köyden olduğunun önemi yoktu. Türk müdür, Kürt müdür, Laz mıdır, Çerkez midir diye soran da olmadı.

Henüz “Misak-ı Milli” diye sınırlarımız daraltılmamışken, Halep’ten de, Şam’dan da askerler cepheye koşanlar arasındaydı.

Askerlerin Sünni mi olduğu, Alevi mi olduğunun bir önemi olmadığı gibi, Müslüman olup olmaması da önemli değildi.

Ülke topraklarında yaşayan herkes, işgal edilmeye hazır bekleyen düşmanı püskürtmekten başka bir amaç taşımıyordu. Eğer ülke işgal edilirse ya yine ölecekler, ya esir alınacaklardı. Bu arada namuslarına leke sürülecek, çocukları veya eşleri katledilecekti.

Muhtemelen, düşman ayak bastığı andan itibaren, “azıcık aşım, ağrısız başım” diyerek kırsalda verdikleri onurlu yaşam mücadelesi, daha ağır ama daha onursuz bir şekle dönüşebilirdi.

Böyle bir zamanda “askere alma” beklenmeden cepheye gidenlere ek olarak, kadınların mermi taşıması, yiyecek için didinmesi, gönüllü hemşire olarak yaraya merhem olması da “öldürmek” için değil, “yaşatmak” içindi.

Özgürce yaşamak içindi.

Esir olmaktansa, direnerek, savaşarak ölmeyi yeğleyenlerdi adsız kahramanlar.

Çünkü sadece kendileri esir olmayacaktı, çocukları ve sonrasında gelen nesiller de iğrenç emellere alet edilecek, ülke açık cezaevine dönüşecek, ibadet yapılmayacak, insanca yaşama bir hayal olarak kalacaktı.

Bütün bunlar, dışarıdan gelen düşmanı “ayak bastırmama” adına verilen mücadelelerde destanlaşır.

Ortada yazılacak bir destan yokken, insanları ölüme göndermenin adı daha farklı olmalıdır.

30 yıldan fazla bu ülkede insanlar ölüyor.

Niye ölüyor, niye sakat kalıyor belli değil.

Halen barış olmasın diye uğraşanlar, “Kandil’i yakarız, İmralı’yı yıkarız” derken de, insanların ölmeye devam etmesini, barışın gelmemesi adına toprak altına gideceklerinin sayısının önemsizliğine vurgu yapmaya çalışıyorlar.

Kanı durdurmayı değil, “Size ölmeyi emrediyorum” demeyi çok daha kolay ve çok daha sağlıklı bulabiliyorlar ve sanki “benzer” bir mücadele içinde olduklarını sanıyorlar.

Oysa o zaman ülke işgal edilmek üzereydi, şimdi ülke işgal altında olsun diye uğraşanların doğurduğu bir sorun var.

Üstelik de terörü doğuranlar, terörle mücadeleyi de başlatanlardı.

Sonrasında gelenler, terörü doğuranlarla değil, teröristlerle mücadele ederek, antidemokratik dönemlerin varlığını bilerek veya bilmeyerek sürdürdüler.

İlk kez tersine bir dönüş yaşanıyor.

Terörü doğuranlar yargılanıyor.

Darbeciler “sembolik” de kabul edilse yaptıkları iğrençlikler yüzlerine vuruluyor.

Bir daha heveslenenler Silivri’de gün dolduruyor.

Çanakkale Savaşında düşman ülkeyi işgal etseydi, bu millete reva görmeyeceği alçaklıkları planlayan, notlarını alan, hesabını kitabını yapanların istirahat ettiği yerdir Silivri…

Bu milletin vergileriyle maaş alıp, bu millettin malı olan silahları, onlara doğrultanlar, bu millete dışkı yediren, cezaevlerinde işkencede bulunan, sokaklarda insanlara hakaret eden, eşinin ve çocuklarının önünde tecavüz edenler, Fatih Camisini bombalamayı düşleyen, Denizaltına çocukları doldurup havaya uçurmaya niyetlenenler, Çanakkale’de ülkemize saldıranlardan daha aşağılık ve daha şerefsizdir.

Zira birisi açıkça düşmandır, diğeri kuzu postuna bürünmüş kurttur. Her zaman düşmandan değil, dost görünen hainden korkacaksınız.

Ve bu barış görüşmeleri, ülkesine ihanet eden hainlerin bütün hesaplarını altüst ederek,  ülkeyi düze çıkaracak, insanları barış içinde yaşatacak Çanakkale Savaşları kadar önemli bir adımdır.

 Kısaca söylemek gerekirse Çanakkale ruhunu özümseyebilenler, barışın, bir kez daha zafer kazanmak olduğunu da anlayanlardır.

Twitimden seçmeler

Okul sütünden sonra ev yemeği tadında okul yemeği geliyormuş. Çocuklarımız zehirlenir, bünye alışkın değil, sütü bile kaldıramadık! :)))

www.naifkarabatak.net

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi