Kamil Aydoğan ve "kısık vadisi"

 

Benden büyüktü, benim akranım ve birlikte kütüphanelerde ders çalıştığımız, aynı mahallede büyüdüğümüz (merhum Feramuz) dostum sessizce aramızdan el sallayarak uzaklaşmasının ardından yıllar geçti.

Kamil Aydoğan ile aynı toprakların çocuğuyuz. Babası Mustafa amca merhum babamın çok eski dostuydu.  Kahramanmaraş'taki ilk evleri bizim iki sokak ötemizde. Kamil beyde bizim bakkaldan alışveriş yapmıştır. Çünkü başka bakkal yoktu.

Yıllardır görmüyorum. Aslına bakarsanız belki beni gördüğünde kardeşi aklına gelir ve belki de ben daha üzülürüm diye düşündüğüm için Ankara'da hiç uğramadım yanına. (Belki de yanlış yaptık)

İçimizden biri olan bürokrasi merdivenlerini tırnaklarıyla cımalaya cımalaya çıkan bu dostun yeni çıkan "Kısık vadisi" kitabı ile ilgili bana gelen bir bilgi notu üzerine bu konuyu gündeme getiriyorum.

Ankara Milli Eğitim Müdürü de olan Sayın Aydoğan'ın kendi kaleminden bir kaç kelime;

 01 Temmuz 2012 Pazar günü oldukça heyecanlıyım.
            Yeni kitabım yayımlanacak!
            Bir yazar için bundan daha önemli ne olabilir?
            Yaşayanlar bilirler; herhalde, doğum gibi, bu dünyada yer edinecek yeni bir varlığın sabırsızlıkla beklenmesine benziyor.

            Yazma arzusu, heyecanı, gürül gürül akan bir ırmak gibi içimde savrulup duruyor.
            Bir yazar için bundan daha büyük bir şans olamaz herhalde.
            Genelde yazarlar, yazmak, bir şeyler ortaya koymak için çırpınır, zorlanır, masaya oturunca saatlerce düşünür, bir şeyler karalar, sonra onları beğenmez, üretemeden kalkarlar.
            Sonra yeniden denerler.
            Tutturuncaya kadar.

            Benimki öyle değil.
            Günümün hemen hemen tamamında, beynimde uçuşan cümleler var.
            Cümleler beni zorluyor!
            Oturup onları yazıya dökmek kalıyor ama öyle bir meslek seçmişim ki, günümün sadece birkaç saatini yazıya ayırabilecek 'gönül iklimine' bir türlü kavuşamıyorum ve aklımda uçuşup duran cümleler, kimbilir, belki de bana kırgın, kaybolup gidiyorlar.

            "Kısık Vadisi", Kaynak Yayınları'ndan yakında çıkacak.
            Bir haftadır onunla meşgulüm.
            Önce dört seçenekli kapak düzenini gönderdi grafiker Sayın İhsan Demirhan.
            Kendilerinin ve Ankara'daki bazı arkadaşlarımın görüşlerini de alarak birisi üzerinde karar kıldık. Ufak tefek değişiklikler olması gerektiği üzerinde mutabık kaldık.
            Düzeltildi, gerçekten de Kısık Vadisi'nin derinliğini, yalnızlığını, haşmetini, esrarengizliğini ve çevresinde yükselen ulu dağların bilgeliğini yansıtan bir kapak çıktı ortaya.
            Anladım ki kapak, romanın özetidir.
            Kapak, romanın fotoğrafıdır.
            Kapağını gören iyi bir göz, romanı okuyabilmelidir.
            Ya da okuyucu kapakla ilk buluştuğunda, aralarında bir iletişim, bir elektrik başlamalıdır.
            Okuyucunun romanla ilk dostluğu,  tanışıklığı, kapakla başlamalıdır.

            *

            "Kısık Vadisi" benim ilk romanın.
            İki üç ay gibi kısa bir sürede kâğıda döktüm.
            Ama ben bu romanı, en az otuz yıldır yazıyordum.
            Aslında şimdiye değin yazdıklarımın kaynağı da  "Kısık Vadisi"ydi.
            Şimdiye kadar yazdığım şiir ve denemelerimin hemen hemen tamamı "Kısık Vadisi"ne hazırlık, "Kısık Vadisi" antrenmanıydı diyebilirim.
            Şimdiye kadar, hayatın en savruk zamanlarında, en bozbulanık akan hayat ırmağı içinde bile, bir an "Kısık Vadisi" aklımdan çıkmadı.
            "Kısık Vadisi"ndeki orman içinde filizlenen bir dal, derin vadinin karmaşık hayatı içinde, gazeller arasında dolaşan bir böcek bile benim dünyamda gezdi durdu.
            "Kısık Vadisi"nin hiçbir ayrıntısı benim dünyamın dışında değildir.
            Bu uzun ve ürpertici derin vadinin kayaları, kayaların yüzünde biten yalnız ardıç ağaçları ve kayaların yarıklarından başını çıkaran, baharın yabanî çiçekleri ve kayaların yüzünde özgürce dolaşan kertenkeleler ve yılanlar ve vadiden bakınca sadece zirveleri ve bu zirvelerde hiç eksilmeyen kar kütükleri görünen dağlar, benim zihnimden hiç gitmedi.

            *

            Kısık Vadisi'ni bende kalıcı kılan şeyler, aslında içindeki ibretlik ve her birinin üzerinde uzun yorumlar yapılabilecek tabiat olayları değildir.
            Asıl, yüreğime kazınan şeyler, Kısık Vadisi'nde yaşananlardır.
            Yaşar'ın yanık türküleridir.
            Amcamın oğlu, yaşıtım, yanık sesli Yaşar, çocukluğumuzda keçi çobanlığı yaparken, cırcır böceklerine inat, bu ıssız vadide söyledi en içli türkülerini.
            Yaşar, Maraş'ta inşaat işçiliği yapacağını ve dört çocuklu, genç bir adamken inşaattan düşüp öleceğini bilmiyordu o zamanlar.
            Yanık türküler söylüyordu sadece.
            Hayatın, acıların kanadında yükseleceğini hissediyordu besbelli.
            Oynak, neşeli, kıpır kıpır türküler değil, ille de yanık, insanın gönlünü kavuran türküler söylüyordu ve benim yazar olacağımı, bunlardan etkili yorumlar, romanlar çıkaracağımı da bilmiyordu.
            "Kısık Vadisi" romanında, daha bu kuşağa sıra gelmedi.
            Daha acı, en acı Kısık Vadisi yaşanmışlıkları anlatıldı romanda.

            *

            "Kısık Vadisi" romanı, bir hayâl ürünü değildir.
            Aslında bir biyografik romandır.
            İyi biliyorum ki, bazı okuyucular, "Bu kadar yaşanmışlık olmaz, bir adamın başından bu kadar acılı olay geçemez." diyecektir.
            Ama yine inanıyorum ki, okuyucu, birçok romandaki zorlama duygu, zorlama kurgunun, "Kısık Vadisi"nde olmadığını; romanın, bir inançla ve bir duygu seli içinde yazıldığını da hemen farkedecek ve romanın içine girecek, romanın bir kahramanı da kendisi olacaktır.
            Bu konuda sadece şunu söylemeliyim: her okuduğumda hıçkırarak ağladığım, eğer sesli okuyorsam, devam edemediğim en az beş altı yeri var romanın.
            Bin dokuz yüz kırklı yıllarda Kısık Vadisi'ndeki bir köyde, Maraş'ın Kertmen Köyü'nde, Kâhyaoğlu Ahmet'in, çocuklarının ve köyün çevresinde dönen olayları anlatıyor.
            Romanda uzun tabiat ve karakter tahlilleri yok.
            Ezanın Türkçe okunduğu, Kur'an okumanın yasak olduğu yıllarda, kendi dünyasında yaşadığı bütün acılara rağmen, açlık ve yokluğun en acımasız baskısı altında, aynı yoğunluktaki yönetim baskısına rağmen, uzaklardan hoca getirerek, çocuklarına gizli gizli Kur'an öğreten ve köyde Cuma Namazı kılınmasını sağlayan bir adamın hikâyesi "Kısık Vadisi".

            *

            Romanı yazmadan önce, defalarca Kısık Vadisi'ne, Kertmen Köyü'ne gittim. Engizek, Berit ve Atlık dağlarına çıktım.
            Kâhyaoğlu Ahmet'in bağ bahçe yaptığı yerleri dolaştım. Un, bulgur öğüttükleri, Ceyhan Irmağı kenarındaki su değirmenine gittim. Bu değirmende, bin dokuz yüz kırklı yıllardaki gibi, değirmen kömbesi pişirttim.
            Yamaçlarda, yaylalarda, sarp kayaların başlarında dolaştım.
            Dedemin viran olmuş evinin yerinde oturdum.
            Köyün yaşlılarıyla, köy odalarında derin sohbetler ettim.
            Köyün âşıklarını buldum, kendi ürettikleri türküleri dinledim.
            Eski muhtar, seksen yaşlarındaki Mehmet amca ile Atlık Dağı'na tırmandık. Mehmet amca yanık türküler söyledi, daha önce hiç duymadığım ve dağlarda yankılandı ve türkülerden sonra, avazı çıktığı kadar bağırdı: "Koyunlarımı bulamadım oy oy" diye. Ve ağlamaya başladı.
            "Koyunlarımı bulamadım oy" diyor, ağlıyordu Mehmet amca.
            Muradıma eremedim, dünyada bir gün göremedim, isteklerime ulaşamadım ve işte ömür geldi, geçti demek istiyordu.
            "Koyunlarımı bulamadım oy" belki de bir romanın adıdır ve bu romanı, Kertmen Köyü'nün eski muhtarı Mehmet amca yaşamıştır.

            *

            İnanıyorum ki "Kısık Vadisi" romanı, Kaynak Yayınları'ndan çıktığında, binlerce okuyucuya ulaşacaktır.
            Yine inanıyorum ki "Kısık Vadisi" romanı, belki birçok yabancı dile çevrilecektir.
            Bütün baskılara, önündeki bütün engellere rağmen, bir kişinin neler yapabileceğini bize gösteren dedem Kâhyaoğlu Ahmet'in ruhu şad olacaktır.
            Seksen yaşındaki babam, bu romanı okuduğunda, bütün yaşanmışlıkları yeniden yaşayacak, hıçkırarak ağlayacak, gözlüklerini çıkararak gözyaşlarını silecek ve romandan bir türlü kopamayacaktır.
            Ve babam umduğuna ulaşmış olarak, bu romanı da şahit tutarak bu dünyadan gitmiş olacaktır.
            Romanın yayımlanmasındaki aceleciliğim babam yüzündendir.
            Dedem ve babam büyük insanlardır.
            Hangi yazarın babası, oğluna bir roman kazandırmıştır ki!
            Ve hangi yazarın dedesi, torununa roman yazdıracak güçlü ve onurlu hatıralar bırakmıştır ki!

            *

            Bu süreçte, Kaynak Yayınları'ndan grafiker Sayın İhsan Demirhan, editörler Sayın Sami Ünal ve Sayın Hasan Hayri Demirel ile sayfa düzenini sağlayan Sayın Ahmet Kahramanoğlu ile yakın mesajlaşma ve telefon diyaloğumuz oldu.
            Onları tanımak ve birlikte çalışmak benim için büyük bir kazanımdı.
            İşlerini ciddiye alan, birikimli, sabırlı insanlar.
            Kapris ve detay titizliğime katlandılar.
            Katlanmaya da devam ediyorlar.

            *

            Roman, ister istemez bir ekip emeğiyle oluşuyor.
            "Kısık Vadisi"nin hazırlanmasında 'adı saklı' kahramanlar var.
            Roman yaşadıkça, Kâhyaoğlu Ahmet'in ruhuyla beraber yücelecekler onlar da.

            Ne diyeyim.
            İşte böyle.

            1 Temmuz 2012 Pazar günü evde yalnızım ve ömrümün en önemli eserinin yayımlanacak olmasının heyecanı içindeyim.

            Şimdiye kadar beş kitabım yayımlandı.
            Bu ölçekte bir heyecanı ilk kez yaşıyorum.
            Öteki kitaplarım beni "Kısık Vadisi"ne taşıyan köprüydüler.
            "Kısık Vadisi" benim eserim değil, belki ben Kısık Vadisi'nin eseriyim.
            Kâhyaoğlu Ahmet dedemin ruhu şad olsun ve babam Kâhyaoğlu Mustafa'nın gözyaşlarından oluşacak romanlar yazılmaya değil belki ama yaşanmaya devam ediyor.

 KAMİL AYDOĞAN Kimdir?

1956 yılında, Maraş’ın dünyadan habersiz, ıssız, dağınık dağ köyü Kertmen’de; bir ardıç ağacının altında doğdu.

    Yedi yaşında, uzaktan ilk motorlu taşıtı gördü.

   Sekiz yaşında annesini kaybetti; babası askerdeydi.

    On yaşında, okulu bulunan başka bir köyde, ilköğretimine başladı.

    Aynı yıl bu köyü ziyaret eden Valiyi gördü, etkilendi.

    On bir yaşında ilk kez şehri gördü, heyecanlandı.

    On dört yaşında okumaya başladı, yetim, kimsesiz çocukların hikâyelerini gece gündüz okudu.

    On beş yaşında, kurduğu hayalleri yazıya dökmeye başladı.

    On yedi yaşında ilk kez denizi gördü.

    Yirmi bir yaşında liseyi bitirdi.

    Yirmi bir yaşında Şam’ı gördü, gezdi.

    Yirmi dört yaşında üniversiteyi bitirdi, evlendi.

    Yirmi beş yaşında ilk çocuğu İlke Hicran doğdu.

    Yirmi altı yaşında ilk kitabı yayınlandı.

    Yirmi yedi yaşında ikinci çocuğu Ayşe Hicret doğdu.

    Yirmi sekiz yaşında lise müdürü oldu.

    Otuz yaşında üçüncü çocuğu Safiye Merve doğdu.

    Otuz üç yaşında Roma ve Sicilya Adalarına gitti.

    Otuz sekiz yaşında dördüncü çocuğu Muhammet Mustafa doğdu.

    Otuz dokuz yaşında bir konfederasyonun Genel Başkan Yardımcısı seçildi.

    Kırk yaşında ikinci kitabı yayınlandı.

    Kırk üç yaşında üçüncü kitabı yayınlandı.

    Kırk dört yaşında Genel Başkan oldu.

    Kırk dört yaşında kardeşini kaybetti, derin bir travma yaşadı.

    Kırk yedi yaşında İzmir Milli Eğitim Müdürü oldu.

    Kırk sekiz yaşında dördüncü kitabı yayınlandı.

    Elli yaşında beşinci kitabı yayınlandı.

    Elli iki yaşında Ankara Milli Eğitim Müdürü oldu.

    Başarıyı özetlemek için: ‘Hayatta yenilenler değil, pes edenler kaybeder’ diyordu.

    YAYIMLANMIŞ ESERLERİ:

Köy yazıları, Yük, Hayat Kaç Köşeli, Hayatın Şiire Sığmayan Yüzü, İçimizin Yıldızları

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mehmet TAŞ Arşivi