Şey Efendim, Kem Efendim, Küm Efendim!

 

Herkesi bir telaş almıştı. Bir o yana, bir bu yana koşuşturan paşalar, olağanüstü bir durum olduğunu yansıtıyordu. Bir yandan yaverler dosyaları masaya diziyor, bir yandan paşaların oturacağı koltuklar yerleştiriliyordu. Çaycı da bile bir telaş vardı, az sonra çaylar, kahveler, kuşburnular gidip gelecek, belki viskiler, şampanyalar da sermayeye sermaye katacaktı.

Zaman daralıyordu, sinirler geriliyordu, herkeste soğuk soğuk terler boşalıyordu. Şimdi nasıl da kükreyecek, nasıl da ortalığı inletecekti.

Toplantı odasında kasvetli bir hava hâkimdi.

Adeta ölü toprağı serpilmiş denilebilirdi.

Aynen içerde komutanlar koşuşturuyor, bir hayat belirtisi gözleniyordu ama sanki koşuşturanlarda can yok, kurulu birer makine gibiydiler.

Büyük komutan geldiğinde, paşanın yüzünü görmek isteyen çoktu.

Paşanın yaptığı da iş değildi ya, neyse bir kere olan olmuştu. Şimdi bu işin çaresine bakmalı, nereden dönülünce kâr olacağı hesaplanmalıydı.

Ölü toprağı serpilen odanın sessizliğini çaycı bozdu; Çaylarrrr! diye Çaycı Hüseyin taklidi yaparak, odanın bir başından diğer başına kadar elindeki tepsiyle adeta dans etti.

Çaycının tuzu kuruydu tabii, nasılsa büyük komutan gelmemiş, bir iki muzip hareketine laf söyleyecek de yoktu.

Ama hiç kimsenin muziplik çekecek halinin olmadığını o zaman anladı.

Eskiden olsa çaylarrr diye bağırdığında kendisine takılan olur, o da ödenmeyen çay fişlerinin hesabını sorarak üste çıkardı.

Yok, bugün komutanların tadı tuzu yok.

Çaycı, sessizce odadan ayrıldı, kimse çay istememiş, sermayeyi kediye yüklemek üzereydi.

Bir anda odanın hemen gerisinde bir gürültü patırtı koptu. Koridordaki hareketlilik, içeriye kadar yansıyordu. Komutan gelmiş olmalıydı…

Ve bir anda kapı sert bir darbeyle açıldı.

İçeridekiler esas duruşa geçti, gözleri ise kapıdan girecek büyük komutana dikildi.

Ama önce yaverler girdi, “dikkat!” diye komutanın gelişi haber verildi.

Ve komutan yüzünden düşen bin parça şekilde odaya girdi, sert adımlarla makamına yöneldi, yaverin çektiği koltuğa adeta yıkıldı.

Daha henüz oturmuştu ki, birden kalkarak, gözleriyle sağı solu kolaçan etti.

Komutan paşayı arıyordu, hesap soracak gibi bir hali vardı. Yüzü üçü çeyrek geçiyor bir vaziyet almıştı. Gözleri çakmak çakmak olmuş, ağzı ateş püskürtmeye hazır haldeydi.

Başından terler aktığını hissetti, saçları ıslanmıştı, aklına geldi, şapkasını çıkararak, masanın üzerine adeta fırlattı.

-Paşa nerede? diye sert bir ses salonu inletti.

Süklüm püklüm paşa yavaşça yerinden kalkıp, esas duruşa geçerek, ayakta durmaya zorlanıyormuş gibi doğruldu.

-Buradayım komutanım, dedi ama sesini ancak ya kendi duydu, ya duymadı.

Herkesin oturduğu yerde paşanın ayağa kalkması bile yeterliydi, sesine gerek yoktu ama birazdan olacaktı.

En büyük komutan, paşayı süzmeye başladı.

Paşa terden sırılsıklam olmuş, askeri tören elbisesinin koltuk altı ve yaka bölümleri bile ıslanmıştı.

Yer yarılsa da içine girse ne güzel olurdu, şimdi evde olsaydı, havuzun başında viskisini yudumlasaydı ne rahat ederdi.

Yok ya, Silivri’de olmayı bile göze almıştı.

Şu an, burada, komutanın şimşek gibi çakan gözlerinin tam karşısında olmayaydı, pazarda limon sataydı razıydı.

Ama elden ne gelir, çaresiz ne olacaksa olsun ama şimdi olsun diye içinden geçirdi.

Biraz daha geçse altına kaçıracaktı, ne olacaksa şimdi olsun, ne olacaksa şimdi olsun diye sürekli fısıldamaya başladı.

Paşa gözlerini kapatmış, içinden bilmediği duaları okumaya başlayacaktı ki, “bilmediğim dua okunur mu” diye geçirip, babasının sözünü dinleyerek birkaç dua ezberlemediğine pişman oldu.

Ne kadar zaman geçti, kaç asır o halde durdu bilmiyordu ama birazdan olacakların, kendisinin sonu olacağının farkındaydı.

Ve işte tam o anda, böyle düşünürken, en büyük komutanın en gür sesini duydu;

-Paşa paşa sen n’aptın böyle? diye…

Ne yapmıştı ki, verilen hizmeti tanıtmaktan başka kötü bir şey yapmamıştı. Bu komutanlara da iyilik yaramıyordu.

-Şey efendim, kem efendim, küm efendim…

-Paşa paşa! Kem küm etmede anlat, bütün gazetelerde çarşaf çarşaf, bütün televizyonlarda cıvıl cıvıl ne bu, sen kafayı mı sıyırdın?

-Şey efendim, kem efendim, küm efendim…

-Bak hala kem küm ediyor, yahu hiç terör örgütümüzün reklamı yapılır mı, neymiş efendim “Siz isteyin, biz ortadan kaldıralım”, “Siz isteyin biz bombaları patlatalım” ve hele şu, “Geliyoruz, geliyoruz darbelerle geliyoruz” ne bu ya, koca birer saçmalık. Ne yapacağız şimdi, savcılar birazdan tepemize binecek, burayı basacaklar, altımızı oyacaklar. Bu kadar insanın emeğini heder etmeye utanmıyor musun, ben sana Silivri’de gösteririm, hele oraya bir gidelim, hele bir gidelim…

-Şey efendim, kem efendim, küm efendim…

Ve derken bir patırtı daha koptu…

Bir anda her taraf asker, polis ve savcılarla doldu.

Henüz başarılmamış bir darbe girişimi, gazete, radyo ve televizyonlara verilen reklamla amacına ulaşamamıştı. Bir de reklamın iyisi kötüsü olmaz derler, yapılacak iş mi bu, ah paşa ah!

Twitimden seçmeler

Twitter'de kopan fırtınaya baktığımızda bir kez daha “Biz sanatçıların ölüsünü seviyoruz” diyebilirim. (Merhum Neşet Ertaş için)

www.twitter.com/naifkarabatak

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi