Jülide DEMİRTAŞ

Jülide DEMİRTAŞ

Yaşamın İçinden…

 

Yaşamda her şey yolunda gitmiyor. Mücadeleyi elden bırakmamak, planlı olmakta işe yaramıyor bazen… Çünkü size bağlı olmayan sebeplerde yaşantınıza taş koyabiliyor… Bu durum karşısında yeni yollar bulup, geçiminiz sağlamak, bir türlü ölemediğinizi düşünüp, yaşamı olduğu gibi kabullenmek kalıyor geriye… Şimdi öyküsünü paylaşacağım bir iş kadını…

                                              ***

Anadolu’nun bir şehrin de yaşıyormuş. Memurluk yapıyor. Bu arada görüştüğü sevdiği evlenmeyi düşündüğü kişi ile hayaller kuruyor. Öyle ki, aileler bu durumdan haberdar. Lakin memuriyetinin daha üçüncü ayında sevdiği genç öldürülüyor… Bunu kabullenemiyor. Hırsını alacağı bir muhatapta bulamayınca ailesini ikna edip,”ver” elini İstanbul diyor…

Bir ev kiralayıp, yerleşiyorlar. Çalışmak gerek ama nerde ve nasıl?

Gazetelere bakıyor, en çok aranan iş kesimi tekstil… El işçisi olarak girdiği bir konfeksiyonda, tüm makineleri kullanabilecek, kapasiteye ulaşıyor… Makineci olarak işe devam ediyor.

Bu arada tüm kardeşler de çalışıp eve katkıda bulunurken, okullarına devam ediyorlar. Baba bu arada baştan beri yabancı bir ülkede çalışıyor, gelemiyor…

Evin en büyüğü olarak aileye çeki düzen vermek ona kalıyor… Artık evliliği düşünmüyor… Hırslı bir yapısı olmasını avantaja çevirmeyi biliyor. İstanbul gibi yerde kimseye güvenilmeyeceğinin de farkında.

Anne zaman zaman dert yanıyor. Memleketini özlediğini vurguluyor. Yaz tatillerinde on- on beş günlük tatillerle bu hasretini gidermeye çalışıyor. Bunun dışında evin yemeği, çamaşırı, ütüsü ve eşine duyduğu hasretle geçiyor… Kaç yıl olmuştu, bir mektup bile göndermemişti. Altı çocuk öyle mi? Üstelik çocukları çok seven kocasıydı. İnsan böyle mi sevmeliydi? Hiç mi gelemiyordu. Harçlık gönderemiyordu. Gözleri hep doluyor, boğazına düğümlenen hıçkırıkları sindirmeye çalışıyordu. Bu ne kadar sürecekti kendisi de bilmiyordu…

İstanbul’a gelişlerinin sekizinci yılında, artık unutulmaya yüz tutmuşken, reis çok büyük bir sürprizle çıkagelmişti. Üstelik büyük kızının işyerine… Sevinç ve şaşkınlık çığlıkları tüm iş yerini ayağa kaldırmıştı.

Sımsıkı sarılmışları. Kızı “babam! Babam !”diyor, gözpınarlarından taşan gözyaşlarını gizlemiyordu. bir kız çocuğu için baba her zaman bir eş modeldir. Baba sevilmez mi? Üstelik bunca yıllık hasret varken. Hiçbir zaman kötü söz işitilmeyen bu tatlı adam bir anda her şeyi unutturmuştu.

Birlikte elele eve doğru ilerlediler. Konuşacak ve anlatılacak o kadar şey vardı ki, onlar ise sadece birbirine bakıp, gülümsüyordu.

Eve geldiklerin de anne evde yalnızdı. Yemek hazırlığı yapıyordu. Kızı “anne bak sana kimi getirdim!” dedi. Kadın “kimi?” dedi. Mutfaktan dışarı çıktığında kocasını görünce” Ahmet! Sen !” dedi. Eşi gülümsüyordu. Kucaklaştılar. Bu kez ikisi de ağlıyordu…

Kızı kenarda durup onları izledi. Salona geçip, oturduklarında onlara ve kendisine kahve pişirmek üzere mutfağa geçti… Mutfağa kuş cıvıltıları gibi sesler geliyordu. İçinden, dönüp dönüp, benim babam diyordu.

Diğer çocukların haberi yoktu. kimbilir akşam onlar eve geldiklerinde ne tepki vereceklerdi?

Akşam iş çıkışı çocuklar çalıştıkları işyerlerinden birer birer gelmeye başladı. İçeri giren “babaaa!” diyerek babasının boyununa sarılıyordu. Ağlayanlar, hesap soranlar, artık gitme diyenler…

Akşam yemeği için masaya geçildiğinde herkesin gözü babasındaydı… Gözleri ışıl ışıldı… Hep soru soruyorlardı… Kuş yavrularının anne ve babaları yem vermeye geldiklerinde ağızlarını açtıkları gibi…

Baba hep “tamam, anlatacağım… Yemeğinizi yiyin,”diyordu.

Yemekten sonra baba olanları anlattı. Dinlediler. Bazılarına anlam veremediler. Bazen anlayışla karşıladılar…

Sonra baba onlara sordu. Nerde çalıştıklarını, ne iş yaptıklarını…

Onlarda anlattı…

Büyük oğlu ile büyük kızına döndü: bir işi biz kuralım, hanginiz kendinize güveniyorsanız, onun işi olsun, dedi. Kararınızı yarın verin, dedi. Diğer çocuklar merakla bakıyordu, çünkü hepsi okulluydu.

Ertesi gün büyük kız tüm araştırmasını yapmış, fiyat çıkarmış ve işin devamı konusunda kendini garantilemiş durumda geldi… Büyük ağabey çalıştığı işyerini sevmediği için böyle bir gayrette bulunmamıştı…

Baba kızını destekleyerek ona on makineli bir hazır giyim atölyesi açtı… İşler iyi gidiyordu. İşyerinin açılmasının üzerinden kardeşler de işi öğreniyordu. İki erkek kardeş ablaya yakın ama ayrı bir işyeri açtı. Abla seksen kişi ile çalışmaya başladı. Bu arada evlendi…

Kardeşler ile birleşip, Nişantaşı’n da ofis açtılar. Bir giyimçizer, bir imalat müdürü, bir model makineci, bir sekreterle oluşan ofis çoğunlukla Arapların siparişlerine cevap veriyordu. Abla bu arada maddi olarak oldukça ilerdeydi. Diğer kardeşler de onu takip ediyordu. herşey yolunda gidiyordu. taki o gün gelinceye kadar.

Kolay olmadı. Bu aşamaya çalışarak gelmişlerdi… Haram katmamışlardı, ne suya ne de ekmeğe…

İki bin sekiz de kriz ellerinde ne var ne yoksa kaybetmişlerdi. Tüm arabalar, evler, nakitler…

Şaşkınlık, çaresizlik içinde buldular kendilerini… Hiçbir şeyin garantisi yoktu… Ama bu durum zordu, gerçekten…

İki yıl sonra yani iki bin onda abla ihracat yaptığı Arap firmasına yüksek satıştan kazandıkları ile fabrika oluşturdu. Büyük ağabeyi yanına aldı. Tüm elemanları mevcuttu. Her şey güzel giderken iki yıl sonra üretim bölümünü su bastı. Yaptığı işler hesap belgesi alınca dönmekte zorlandı. Ödemeler kabarmaya başladı. Artık gelirler giderleri karşılamayınca kilit vurmak durumunda kaldı.

 

Bu arada eşi öldü… İki kızıyla kirada yaşamak zorunda kaldı. Çalışkan ve gururluydu. yardımda istemiyordu. Ama bir şeyler yapmak gerektiğine inanıyordu…

İki bin on bir yılında tekrar atölye açtı. Kazanç eskisi gibi değildi. istanbul gibi yerde bununla yetinemiyordu. Bu sebeple ikinci bir iş düşündü ve hayata geçirdi…

Emlakçilik işi ilgisini uyandırdı.ve bu işi boğaz’da,tarabya ve Yeniköy taraflarında yapıyordu.

Ve kızlarının en büyüğü Marmara üniversitesi kamu yönetimini birincilikle bitirdi.

Küçük kız okumaya devam ediyor…

Başarı size bağlı. Ne kadar çalışırsanız o kadarı sizin…

Ve sohbetimiz biterken “Allah vermeyince vermiyor,”deyişi  beni de hüzünlendirdi.

Yaşamda hiçbirşey bizim değil aslında…

Umutlu kalın

                                     ***

Yaşam bir nehir gibidir…

Yaşadığını hissetmek için, küreklere asılacaksın…

Akıntıya geldiğinde küreklerini içeri çekip,

Manzaranın keyfini çıkarırken,

Yaradandan merhamet istemeyi unutmayacaksın…

Dua ve sonrası tevekkül,

Ve unutma gerisi kaderdir…

Artık ne kürek ne sandal ne de başka şey …

Unutma ki hayata hazırlıklı olamıyor insan ne kadar istese de…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Jülide DEMİRTAŞ Arşivi