Aksu Çayı (Bir Zamanlar)

Beyaz bir araç, Amerikan petrol şirketlerinden birinin bayiliğini almış benzin istasyonunu geçtikten sonra sağa doğru döndü. Araç, asfalt yoldan çıktı, az ilerideki köprünün sağından Aksu Çayı’nın içine doğru inen şoseye girdi. Birkaç metre sonra durdu, araçtan iri yarı, göbekli ve başının önündeki saçlar seyrelmiş kırklı yaşlarda bir adam indi.  Aracın diğer kapısından ise on iki, on üç yaşlarında olduğu anlaşılan bir kız çocuğu indi. Uzun saçları, başının iki yanında tutuşturulmuş tokayla toplanmıştı. Üzerinde bir okul forması vardı. Elindeki cep telefonuyla köprünün altından akan Aksu’nun fotoğrafını çekmeye başladı. Birkaç dakika geçmişti ki fotoğraf çekmeyi bıraktı, ince parmaklarıyla burnunu tuttu.

            “Baba, çok pis kokuyor. Bir an önce işimizi bitirip gidelim.” dedi.

Adam, tamam manasında başını öne arkaya salladı, Aksu’nun yatağında çalışma yapan kepçeyi bir müddet izledi. Beş dakika kadar sonra “İşin bittiyse, arabaya bin gidelim o zaman.”  dediğinde ise küçük kızı fotoğraf çekme işini tamamlamıştı.

Geldikleri gibi araçlarına bindiler, şoseden geriye doğru çıkıp tekrar Adana yoluna girdiler. Adam, kızına doğru başını çevirdi, telefonla çektiği fotoğrafları inceleyen kızına hitaben konuşmaya başladı.

“Bir yaz sonuydu, sonbahar başlangıcıydı ama Ağustos sonu mu yoksa Eylül ortası mı bilecek yaşta değildim, o vakitler. Gündüzleri hava sıcaktı, geceleri ise serin. Pamuk tarlası gündüzleri kurak bir çöl, geceleri serin bir yayla, sabahları çiğ düşmüş yapraklarıyla ıslak, soğuk ve güzeldi. Kıl bir çadırımız vardı, diğer çadırlardan ayrıksıydı. Ortasından kocaman bir direk yükseliyordu arşa doğru ve gelip gidenler alayla karışık “Bolu Beyi’nin çadırından çay içilmeden gidilmez!” derlerdi. Çay demlenirdi, üçü henüz on yaşını doldurmamış çocuklardan müteşekkil beş kişiye ev sahipliği yapan kıl çadırda. Aksu’nun yatağındaki gözden getirilen suyla demlenen çay yudumlanırken pamuğun kalitesi, fiyatı, pamuk toplayan amelelerin yevmiyesinin azlığı konuşulurdu.  Adana yolu çadırcıların yerleştiği alan ile Aksu Mahallesi’ni bölerdi. Çadırların batısında Aksu Çayı, güneyinde o zamanlar Orgeneral Doğan Güreş Kışlası olarak ile bilinen kışla, batı köylerine geçiş sağlayan köprü, az ileride yukarıda Malik Bin Ejder Türbesi görünürdü. Kuzeyinde ise kocaman bir Maraş Ovası ve Ahır Dağı…

Kız, babasının anlattıkları karşısında önce şaşırdı, sonra “Baba, uzun ise telefonla ses kaydı alacağım.” dedi. Babasının cevap vermesine fırsat vermeden telefonun ses kaydı alan programını açtı, babasının sesini alabilecek yakınlığa getirdi. Adam, kısa öksürüklerle boğazını temizledikten sonra anlatmaya devam etti.

“Sabahları çok erken, namaz vakti uyanırdı çadırların sahipleri ve kalkardı çadırların muşambadan kapıları. Gözünü ovuşturan gençler, sabahın serinliğinde azık hazırlayan kadınlar, kara lastik ayakkabılarını giymiş çay bekleyen orta yaştaki erkekler, etraftaki çiğ düşmüş çimenlerin kokusunu iliklerine kadar hissederlerdi. Doğu’ya Ferhuş taraflarına bakanlar tan yerini aydınlatmaya azmetmiş kızıllığa meftun olurlardı. Çadırlarının yönü batıya bakanlar ise Yavşan’a çökmüş karanlığa ve onun yukarısında yorgun bir dev misali oturmuş ve çevresini izleyen Uludaz’a uyanırlardı.

Azıklar hazırlanır, azık bezlerine sarılır, Aksu’nun yatağındaki gözden doldurulan serin sular, su kaplarına, mataralara doldurulur sonra yola revan olunurdu. Çiğ düşmüş çimenler, çakılla karışık çamurlaşmış siyah verimli topraklar, beyaz bürünmüş pamuk tarlaları bir kartpostal güzelliğinde olurdu. Ahır Dağı’ndaki çamlar, henüz yol uğruna kesilecek, bağ evi peşkeşine kurban edilecek büyüklükte değildi. Pamuk tarlasındaki serinlik kuşluk vaktine kadar devam ederdi. Çavuşun sabah ekmeğinin geldiğini haber veren düdüğü çalardı, eğilmiş beller doğrulurdu, gübre torbalarına ve harallara pamuk basan eller dururdu.

Bir ark kenarındaki düzlüğe açılan sofrada, Maraş’ın turşusu vurulmuş yeşil zeytini, köyden gönderilmiş keçi peyniri, bir kaç salkım kabarcık üzümü, domates ve salatalık varsa, bu sofra zengin demekti. Öyle etten yahut tavuktan mamul edilmiş salamlar, sosisler, süte katılmış ballar, sucuklu yumurtalar yoktu, ekmeğe çikolata sürmek Amerikan filmlerindeki zenginlik alametlerindendi. Kahvaltı niyetine açılan sofralarda karınlar doyurulmaya çalışılırdı. Çalışırdı diyorum çünkü tarlalarda açılan sofralarda tıka basa yenilecek yemek bulmak pek mümkün değildi. Yarı aç yarı tok yevmiye kazanılmalıydı çünkü kazanılacak paranın harcanacağı yer zemherinin ortasında, köy evinin içindeki ocağın başında planlanmış, hatta çavuştan avans bile alınmıştı. Bu yüzden az yemek çok çalışmak, aza kanat etmek gerekti.

Akşama doğru, saat 5’e yaklaştığında çavuşun düdüğü tekrar çalardı. Güneşin altında, 40 derece sıcaklıkta kırk beş derecelik bir açıyla eğilip toplanan pamuklar torbalara doldurulur, kantarların önüne getirilip dizilirdi. Çavuş toplanan pamuğu hamallar yardımıyla tartar;

“Hatice Teyze 80 Kg.

Mehmet Dayı, 65 Kg.

Veli, maşallahın var 110 Kg.

Hamit, bugün çalışmamışsın 50 Kg” diyerek hem çalışanların günlük kazancını hesaplayabilecekleri bir sayıyı söylemiş olurdu hem de kendince işçilerinin durum değerlendirmesini yapardı. Tarla sahibinin yani ağanın nezaretinde çavuş, hamallar ve işçiler pamuk tartma işlemiyle meşgul olurlarken, Uludaz ile Ağyar arasındaki beş altı kilometrelik alana pamuk aklığındaki bulutların yığılmaya başlaması “garbinin” habercisi olurdu. Dünyanın hiçbir yerinde bu güzelliğe rastlayamazdınız, bugün de rastlayamazsınız. Maraşlının yahut bu dağın yamacındaki köylülerin batıdan geldiği için garbî adını verdiğini düşündüğüm bu doğa harikası manzara ve yel, günün hararetini alırdı.

 Tarlada işler bitip de çadırlara gelindiğinde yeni bir hayat başlardı. Orta yaştaki erkekler ve ihtiyarlar yanları üzerine yaslanıp kız çocuklarının demledikleri çay eşliğinde sohbet ederek yorgunluklarını atarken, kadınlar akşam için yemek hazırlığına başlarlardı. Tarhana kavurması, makarna, bulgur pilavı, cacık ve salata birçok çadırda zahmetsiz olduğu için yapılan yemeklerdi. Dolmalara, sarmalara, böreklere ve içli köftelere rastlanılmazdı, ağır işçilik gerektiren yemekleri yapmak için hem bütçe sağlam olmalıydı hem de zaman sıkıntısı olmamalıydı.

Çadırların çevrelediği meydanda toplanan gençler, birçok zaman sanki hiç çalışmamış, yorulmamışlar gibi top peşinde koşarlardı. Bazıları ise bir kenara çekilip Maraş tabiri ile gülle oynarlardı. İçlerinden biri çıkar “Suya gidelim mi?” diye yüksek sesle sorardı. Savaş meydanındaki hücum borusunun çalmasını andıran bu sorunun peşinden tüm oyunlar sona ererdi. Daha meydandayken gömleklerinin düğmelerini açmaya çalışan, sırtlarındaki penyeleri çıkaran gençler, tozu dumanı arkada bırakarak az ilerideki Aksu’ya doğru koşarlardı. Sanki kendi aralarında bir yarış tertip etmişler gibi ilk suya atlayan, bunu yaptığı için övünürdü.

Çadırlardan birkaç yüz metre batıda, kışın şiddetli akıntılar sırasında oluşmuş yarın üstüne gelen ilk genç, üzerindeki pantolonunu ve atletini de çıkardıktan sonra birkaç metrelik yükseklikten Aksu Çayı’nın serin sularına kendini bırakırdı.  Beyaz köpükler savurarak, nazlı nazlı Ceyhan’a doğru akan Aksu Çayı, etrafında oluşmuş sazlar, yeşilin her tonunu barındıran bitkiler ve çevredeki söğütlerle cennetteki nehirleri andırırdı. Suya giren gençlerin ayak çırpışları, kulaç atışları suyun kenarında yuva yapmış kuşları ürkütmeye yeterdi. Serçeler, yusufçuklar, Sır Barajı’ndan yukarılara kadar gelmiş olan tek tük martılar ve su çullukları panik halinde kanat çırpıp aşağılara doğru uçarlardı. İkindi güneşinden istifade etmek için sudan çıkmış su kaplumbağaları ve kurbağalar, ayak seslerinden ürküp kendilerini Aksu Çayı’na atarlar ve bir çırpıda karşı tarafa geçerlerdi.  Yengeçler, su kenarına yaptıkları yuvalarından başlarını çıkarıp etrafı seyrederlerdi.

Suya giren gençlerden en çok şikâyet edenler balıkçılar olurdu. Serpme atan, ağ geren veyahut suya sepet gömen balıkçılar, balıkların aşağıya veya yukarıya doğru kaçmalarından yakınırlardı. Kıl çadıra çay içmeye yahut tuttukları balıkları satmaya gelen balıkçılar, “Allah’tan sabah suya girmiyorlar, eğer o vakit de girseler ekmeğimizden oluruz.” diye sitem ederlerdi. Aksu Çayı’nın temiz, besin değeri yüksek sularında yakalanan sarı sazanlar, kılçıklı olmalarına rağmen yiyenler tarafından çok beğenilirdi. Sarı sazan, kefal ve yayın balığı balıkçıların ağlarına takılan balıkların en önemlileriydi. Özellikle halk arasında sekiz bıyık olarak da bilinen yayın balığı, Aksu Çayı’nı besleyen kanalların ve arkların ağızlarından yoğun olarak bulunurdu. Bazen on ila on beş kilo arasında değişen ağırlıklarda yayın balığı yakalayan balıkçılar, o gün şanslarının yaver gittiğini düşünürlerdi, gerçekten de öyleydi. Çadırlarda kalan işçilerin arasından balık alan çıkmazsa yakaladığı balıkları şehre, balık pazarına götüren balıkçı, iyi bir paraya satar, bir tarla işçisinin yevmiyesine denk gelecek parayı kazanmış olurdu.” dedi, kısa bir sessizlik oldu.

Araç, Çakallı Köyü’nün önünden geçip Türkoğlu’na doğru devam ederken adam etraftaki fabrikaları süzdü. Başını hafifçe sağa sola salladı, gelecekte yaşanması muhtemel  çevre felaketlerini düşündü, kızının kendisini pür dikkat dinlediğini görünce konuşmasını sürdürdü.

“Maraş altına, ovaya doğru yayılan Aksu Çayı, Sır Barajı’na yaklaştığı noktalarda iyice sakinler, debisi düşerdi. Sebze bahçeleri, Aksu’nun serin sularıyla sulanırdı. Temiz suyla sulanan domates, patlıcan, Maraş biberi ve salatalığı lezzet bakımından farklılık arz ederdi. Şehirde oturanlar, köyden gelen sebzeyle Aksu Çayı’nın etrafındaki bahçelerden getirilen sebzeler arasında pek bir fark göremediklerini, köy mahsulü tadında sebze yediklerini dile getirirlerdi.

Ekim aynın ortalarına doğru, bağlantılı dereler, kanallar ve arklar dolup taşmaya başladığında Aksu Çayı, beyaz köpükler savurarak coşardı. Deli taylar gibi yatağında bir sağa bir sola vurarak akan Aksu, adını aldığı berraklığı ve temizliğiyle uzaktan seyredenlerde hayranlık uyandırırdı. Aksu Çayı’nın kenarındaki tarlalarda pamuklar toplanıp, mısırlar biçilince çadırlar sökülürdü. Nisan ayında çapa kazmak için gelip çadır kuran köylüler, pamukların toplama işi bitince evlerinin yolunu tutarlardı. Beş altı aylık bir zaman diliminin ardından kazandıkları üç beş kuruş ile bir kış yiyecekleri zahirelerini tutarlar, oğlunu yahut kızını everecek olanlar düğün hazırlığına girişirlerdi. Ev yaptıracak olanlar, oğlunu askere gönderenler, diş tırnak kazandıklarını idareli bir şekilde harcamanın hesabını yaparlardı…

Neyse kızım, mesele çok uzun. Artık ödevini yapacak bilgi ve materyale sahipsin.” dedi ve ekledi. “İnşallah anlattıklarımızın arkadaşlarına faydası olur.”

Kız, babasının üzüntüsünü ses tonundan anlıyordu. Ama merak ettiği sorular vardı aklında. Tereddüt etmeden sordu:

“Peki, ne oldu da bu hale geldi baba?”

“…”

“Nasıl eski haline döndürülebilir?”

“Bilmiyorum kızım!”

“Aksu’yu bu hale getirenlerin, çevreyi kirletenlere göz yumanların vicdanları rahat mıdır baba?”

“Onu bilemem kızım. Ama bildiğim bir şey varsa o da bu dünya, bu şehir, bu Aksu Çayı onların da çocuklarının geleceği kızım.”

“Öğretmenimiz, valilik başkanlığında milletvekillerinin, kurum müdürlerinin ve amirlerinin Aksu Çayı’nın kirliliğine çözüm bulmak için toplantı yaptıklarını söyledi. Belki bir şeyler yaparlar değil mi baba?”

“Kızım, inşallah bir şeyler yaparlar. Ama benim pek ümidim yok!”

“Neden baba?”

“Kızım, Aksu Çayı’nı kirleten, tarım arazilerini imara açan, betonlaşmayı medenileşme sayan zihniyeti yenmeden başarı sağlanamaz. İnsanlar eğitilmeden bu meseleler bitmez.” dedi adam. Konuşma bitmişti, evden çıkarken belirledikleri plana göre ikinci uğrak noktaları olarak belirledikleri noktaya gelmişlerdi. Adam aracını, Türkoğlu’nda kurulan pazarın yakınında bulduğu uygun bir yere park etti. Kızına verilen “Pazar Alışverişi Yap!” ödevini yapmak için araçtan inip pazarın kurulduğu sokağa girdiler. Meyve ve sebze tezgâhları arasında gözden kayboldular.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mehmet Işık Arşivi