Amaç akan kanı durdurmaksa…

 

Gerek hükümet kanadı, gerekse BDP çevrelerinin “neyi” bitirmeyi amaçladıkları çok net anlaşılmıyor. Zira BDP çevreleri Kürt Sorununu bitirmek için müzakere edilecek merciinin kendileri olduğunu söylerken, hükümet kanadıysa ortada Kürt Sorunu olmadığı, terör sorunu bulunduğunu söylüyor. Ve netice itibariyle de iki kesimin iki farklı sorunu bitirme çabaları sonuca ulaşmıyor.

Bu sadece günümüzün sorunu değil elbet. 40 yıllık bir sorunun evrilerek geldiği nokta burası. Alınan mesafenin az olmadığını kabullenmek gerekiyor.

Öncelikle “Kürt Sorunu” olarak gösterilen birçok sorunun aşıldığı bir gerçek ama yine Kürt Sorununu yansıtan anlayışın değişmediği de bir gerçek.

Toplumun tüm kesiminde “faşizan” bir anlayış hakim. Kimisinde az, kimisinde çok ama ırkçı yaklaşımı benimseyen ve bunu faşizanlığa kadar götüren çevrelerin sayısı azımsanamayacak kadar çok. Üstelik bu her iki tarafta da var. BDP’liler Kürtlere bakış açısını eleştirmek için “faşizan” suçlamaları yaparken, bir yandan da “Kürt Irkçılığını” faşizanlığa götürenlere “dur” diyen yok.

Eğer kimin kimden üstün olduğunu düşünmeye başlıyorsanız veya ülkeyi sahiplenip, kendiniz gibi düşünmeyenleri de “sığıntı” gibi görüyorsanız, faşizanlık kanınıza işlemiş demektir. Halbuki bu ülke Türklerin ne kadar vatanıysa Kürtlerin de o kadar vatanıdır. Öyle olmalıdır, bunun aksini düşünecek en ufak bir tereddüt veya şüpheye yer verecek bir anlayış yer etmemelidir.

Ancak ne yazık ki ediyor.

Ülkenin isminden kaynaklanan bir sahiplenme Türklerin birçoğunda var. “Ülkenin adı farklı olaydı bu olur muydu” tartışması elbet yapılabilir ama mevcuda göre de böyle bir hak, kimseye verilmemiştir. Çünkü ülke topraklarında yaşamını sürdüren insanların dili, dini, rengi, etnik kökeni veya ırkı farklı olabilir. Bu “ayrışma için bir sebep değil, birleşme için neden”dir.

Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana, kurtuluş mücadelesi veren asıl halk, hep “düşman” olarak görüldü. Cepheye gönüllü giden, kanıyla, canıyla bu toprakları düşmana karşı savunanların içinde her ırktan, her düşünceden, her etnik kökenden insan vardı. Anadolu’nun yağız delikanlıları “Kürt” veya “Türk” diye ayrılmazdı.

Cumhuriyet kurulduktan sonraysa insanlar hem “sınıf” olarak ayrıldı, hem “statü” olarak farklı yerlere konuldu, hem de “yaşamları sorgulanarak” ayıklandı. Bunda inanç da vardı, dil de. Hatta giydiği kıyafet yüzünden Ankara Kızılay’a sokulmayan “Milletin efendisi” diye Atatürk’ün tarif ettiği köylüler de vardı.

O günden sonra insanlar “inançlı-inançsız” diye ayrıldı, “Kürt-Türk” diye sınıflandırıldı ve “laik-anti laik” diye kamplara ayrıldı.

Oysa bu ülke herkesindi. Üzerinde yaşamını sürdüren herkesin. Ve orada yaşamını sürdürenler eşit haklara sahip olmalı, adaletle hükmedilmeliydi.

Yapılmadı tabii.

Ülkenin büyük bir bölümünü oluşturan Doğu ve Güneydoğu’da yaşayanlar “ikinci sınıf” insan muamelesine tabii tutulurken, yatırımlardan nasiplenmedi, eğitimde, sağlıkta ve daha bir çok temel haklardan mahrum edildi. Yine insanların hepsi “Türk” diye tarif edildi, herkesin “Atatürkçü” olması gibi komik bir anlayış hakim oldu, herkesin “Laik” olmak zorunluluğu varmış gibi davranıldı. Üstelik davranılmakla kalmadı, baskıyla bunu sağlamaya çalıştılar. Gelinen noktada “Kürt yok” diyenlerin yerini “terör var” diyenler aldı.

***

Kabul edelim ki bütün bu anlayışlar çok gerilerde kaldı. Sadece “yaklaşım” pek değişmedi. Dün Kürt sorunu nedeniyle insanlar ölüyordu, bugün terör sorunu nedeniyle. Anaların gözyaşı yine dinmiyor, evlatlar toprağa veriliyor, her iki tarafın ölüsü şehit, dirisi gazi oluyor. Yine her iki kesim karşısındaki ölüye “leş” diyebiliyor. İşte bu, anlayışın değişmediğini gösteren en temel gerekçedir.

***

Son günlerde “barış” umudu yeniden filizlendi.

DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk ile BDP Batman Milletvekili Ayla Akat, İmralı’da Abdullah Öcalan’la görüşmelerinden sonra “yeniden” bir umut doğduğu belirtildi. Hükümet kanadı da “silahları bırakmak koşuluyla” müzakerelere açık olduğu mesajlarını vermeye başladı ama bir yandan da operasyonlar sürüyor, PKK’lıların saldırıları da devam ediyor.

Hem önceki süreçte, hem barış umudunun yeşerdiği her dönemde iki kesimin büyük hataları var. En kötüsü ise her iki kesim de hatalarını görmeden barış umuduyla dolacak adımlar atıyor.

Hükümet kanadı, sorunun adına takılmış gidiyor. Sorunu isimlendirmenin ne önemi var, önemli olan “Akan kan sorunu”dur.

BDP kanadıysa barış için her zaman hazır olduklarını söyledikleri halde, silahların bırakılması için “tek bir olumlu adım” atmamakta direniyor. Daha aksine ortamı gerecek açıklamalar, meclisi kilitleyecek çıkışlar, agresif ve ırkçı yaklaşımlarla barıştan yana değil, savaştan taraf oldukları izlenimini veriyorlar.

Bütün bunların aslında gerilen sinirlerden ve karşılıklı olarak bir birlerini anlamamaya çabalamaktan kaynaklandığı da bir gerçek.

Şimdi her iki tarafın da bir şeye karar vermesi lazım; amacınız ne?

“Sorunun adını koymak” mı, “muhatap alınmak” mı?

Yoksa akan kanı durdurmak mı?

Eğer amaç, her iki kesimde de akan kanı durdurmaksa o zaman “ama”ları bir yana bırakmanın şimdi tam zamanı…

Yoksa tarih sizi pek hayırla yad etmeyecek, ona göre…

Twitimden seçmeler

Gazeteciler için en zoru, inanmadığın haberi yapmak zorunda kalmak, siyasetçi içinse inanmadığı politikayı savunmaktır. İnanmıyorsanız, yapmayacaksınız!

www.naifkarabatak.net

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi