Bir bulamaç olsaydı

 

Kıtlığın hüküm sürdüğü yıllardı. Ekmek karneye bağlanmış, insanlar bir parça kuru ekmeğe muhtaç hale gelmişti. Otlardan ekmek yapıldığı, buğday ve arpa tanelerinin yerden, hatta pis yerlerden toplanarak hayatta kalma mücadelesinin verildiği bir dönemdi.

Adıyaman’da, Eskisaray Camiinin hemen yanında ise farklı bir telaş vardı. İmmi bacının doğum sancıları tutmuş, mahallenin kadınları seferber olmuştu. Bir taraftan sıcak su kaynatılıyor, bir taraftan erkekler evden çıkarılıyor, bir taraftansa İmmi bacının ıkınması için yardım eden kadınların motive edici cümleleri duyuluyordu. Hadi “İmmi bacı hadi, biraz daha ıkın” sesleri arasında mahallenin ebesi işini yapmaya çabalıyordu.

Odanın içine dolan ağlama sesiyle yeni bir hayat başlıyor, yeni hayatlara adım atacak minik Yusuf eve neşe saçıyordu.

Çocuğun doğumuyla birlikte yeni bir telaş başladı. İmmi bacı lohusaydı artık ve iyi beslenmesi gerekiyordu. O arada “bir bulamaç olsaydı” sesi duyuldu, yürekler cız etti.

Ne bulamacı İmmi bacı, ne bulamacı. Millet ekmek bulmanın derdinde, ekmeğe katık edeceklerini unutalı çok oldu, şimdi bulamacın zamanı mıydı.

Ama nasıl da canı bulamaç istiyordu, nasılda.

Şimdi takati olsa kalksaydı.

Malzeme olsa mutfağa dalsaydı.

Bir tavaya yağ koyup ısıtsaydı.

Bir başka kaba 3 bardak pekmezi boca etseydi.

Pekmezin üzerine üç bardak suyu aktararak karıştırsaydı.

Sonra azıcık unu serpiştirip, tekrar karıştırsaydı.

Mübarek mis gibi kokusu nasıl da burnunda tüttü.

Sonra bıraksaydı öylece, nasılsa helva kıvamına gelene dek suyunu da çeker, helva da hazır hale gelirdi.

Ah, birazcık olsaydı, şuncacık çocuğa meme verecek hali bile yoktu.

Akşam Hacı Mılla eve geldi, minik Yusuf’unu kucağına alarak sevdi.

Ama çocuk ağlıyor, ağlamasıysa bir türlü kesilmiyordu.

Karnı acıkmış” dedi Hacı Mılla eşine…

Biliyordu karnının acıktığını, biliyordu henüz midesine birkaç damla sütten başka bir şey girmediğini, biliyordu, çok başka şeyleri de biliyordu ya, yapacak bir şeyi yoktu.

Bir daha aldı küçük Yusuf’unu kucağına, bir defa daha göğsüne dayadı, süt gelmeyeceğini bile bile bulamaç hayali kurdu, durdu.

Hacı Mılla, ikinci evlat sahibi oluyordu ama eşe dosta, konuya komşuya, hısıma akrabaya bir ziyafet çekecek durumu yoktu. Parası olsa da yoktu, parası yoktu, zaten yoktu.

Bir ekmek daha alabilirler mi diye muhtara danışmaya gitti.

Hani karneyle alıyor, üç ekmekten başkasına ise izin vermiyorlardı.

Günde üç ekmek, üç öğüne nasıl yetecekti?

Muhtar, çocuğun yeni doğduğunu söyleyerek bu isteği reddetti.

Hacı Mılla oğlu Dursun’u da alarak yiyecek bir şeyler bulmaya çıktı. Dağlara vurdular, ovalara indiler, derelerden geçtiler, bahçelerde soluklandılar ama ne çare, kavuracak ottan başka bir şey yoktu, ekmeğin yerini tutacak bir şey bulmaksa imkânsızdı.

Eve döndüler çaresizce, ellerinde bir deste ottan başka bir şey yoktu.

O ana kadar eşinin “bulamaç” sayıkladığından habersizdi ve işte odaya girer girmez, İmmi’nin “bir kap bulamaç olsaydı” sayıklamasıyla kendine geldi.

Nereden bulurdu, bulamaç yapmak o kadar kolay mıydı, kimde vardı ki?

Bir umutla mahalleye çıktı, her komşuya sordu, “yağ var mı, un var mı, pekmez var mı?

Yok, hiç kimsede bir damla pekmez de yoktu, yağ da, un da.

Zaten olsaydı, jandarma eve baskın yapar, “nerden buldunuz” diyerek ev halkını eşek sudan gelene kadar döverdi.

Daha geçen gün evi askerler basmış, her bir yanı şişlerle kontrol etmiş, evin zemininde ambar olup olmadığına bakmışlardı. Yoktu ama hem bir sürü azar işitmiş, hem de az itilip kakılmamışlardı.

Gece yarısına doğru kapıda bir ses duydu Hacı Mılla, kandili yakıp, kapıya doğru yaklaştı, kulağını verdi, bir ayak sesiydi ama pek sessizceydi.

Korkuyla kapıyı araladı, bir gıcırtıyla önce Dursun uyandı, sonra İmmi bacı yerinden doğruldu.

Bereket gelen komşuları Emine’ydi.

Emine yeni evlenmiş, Malatya’dan gelin gelmişti. Boylu posluydu, endamlıydı. İmmi bacının doğum yaptığını duyunca memleketten getirdiği ve azıcık kalan pekmez, yağ ve unla bulamaç hazırlamıştı.

Hepsinin yüzü aydınlandı. İmmi bacının yüzüne şimdiden renk gelmiş, göğüsleri süt dolmaya başlamıştı bile.

Hacı Mılla yol verdi, Emine bacı içeriye girsin diyerek kenara çekildi.

Emine ise ayak parmaklarının ucuna basarak kapıya yöneldi, kapı boyuna göre olmadığından mümkün olduğunca eğilerek adımını içeriye atıyordu ki, bir anda nasıl olduysa oldu kafası kapının üstüne yerleştirilen keresteye çarptı, elindeki bulamaç kabını düşürmemek için ne kadar uğraş verdiyse de toprak zemine savrulmasını engelleyemedi. Hacı Mılla, bir yandan komşusu Emine’nin düşmesine engel olmaya çalışırken, bir yanda gözünün önünde akıp giden bulamacın toprakta yayılmasına baktı, içi acıyarak.

Bir bulamaç olsaydı iyi olacaktı ya, olmadı…

***

Babam, böyle bir zamanda, böyle bir yoklukta gözlerini dünyaya açmıştı. O, o günleri hiç hatırlamak istemiyor, bense o günlerin bir daha geri gelmemesinin demokratik mücadelesini veriyorum.

Bugün, 49 yaşına bastım…

Ninemin anne ve babama anlattığı bu anı, çocukluğumdan bu yana her yaş günümde içim burkularak bir kez daha hatırlarım…

Ülkeyi kurtaranların, kendilerini kurtaramadığı zamanları…

Twitimden seçmeler

Başımızda kavak yellerinin estiği zaman, romantik şarkılarıyla bize destek olan Ferdi Özbeğen’i kaybettik. Giden gidiyor, burası bir han!

www.naifkarabatak.net

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Naif Karabatak Arşivi