Mustafa OKUMUŞ

Mustafa OKUMUŞ

İncelikli Yaşama İsteği

Toplumsallığı inciten, bireyselliği besleyen davranışlarla karşılaştığımda, meyve ile insan arasında bir ilgi kurmaya çalışırım. Ham insanla ham meyve arasındaki benzerliği düşünürüm. Ham meyve dilimizi burkar, boğazımıza durur. Ham insan da öyle. Meyvenin yetkini ballanır, insanın da olgunu. Meyve güneş ve suyla mayalanır. İnsan gönlüyle, beyniyle. Yüreği sevgi dolu, beyni ışıklı insanlar, çağdaş toplumun itici gücü sayılır, bence.

Ne var ki, tek yanlı, özsüz, yüzsüz, duyarsız,   ışıksız ve ham insanlar da az değildir. Bunlarla toplumsallığı yaşamak, yaşamı paylaşmak da oldukça zordur. Beklentilerimizi boşa çıkarır,  inceliklerimizi incitirler. Çoğu zaman dışa  vuramadığımız tepkilerimizse, hepten sıkıntıya  sokar  bizi.

Bu nedenlerle, kimi zaman beynime onca sorun konuk olur. “Gidin sizinle uğraşamam derim, dinlemezler, oturup-kalırlar. İnatlaşırlar, ilgi ve çözüm beklerler. Çaresiz kalır, düşüncelerime sığınırım. Bir çıkış ararım, kendimce kendimden kurtulmak için. Ama hiç de kolay olmaz çözüm üretmek, bir de kendimi inandırmak. Duymak, düşünmek, birtakım insani değerleri geliştirmek, bunları davranış ve ilişkilere yansıtmak, incelikli insan olmak değil mi? Gelin görün ki, böyle olanlar, toplumda hep acı çekerler.

Ah şu insan, Tanrı’nın ayrıcalıklarla donattığı. Kendini neden bilmez, sorgulamaz da egosuna tutsak olur. O nedenle de hep eğri-büğrü, değişken, ya da kendini alalar durur. Olduğu gibi görünmek ya da göründüğü gibi olmak yerine, bir takım özentilerini, tutkularını öne alır, bencilce. O yüzden, ne de çok  girintileri, çıkıntıları, yokuşları, bayırları,  uçurumları  oluşur,  algılayamadığı,  bilincine  varamadığı.

Hoşgörümü korum ortaya, ölçerim-biçerim, kendimi bile. Doluya korum olmaz, boşa korum doldurmaz. Ertelenmiş nice güzellikler, öksüz kalır, usumda. Hay-huyla boşa geçen zaman içinde ertelediklerimiz, gün gelir, bir dağ gibi yığılır, önümüzde. Ama onları yaşamaya ne zamanımız ne de gücümüz  kalmamıştır.

Bakarımda bu yüzden ne de çok boşluklar kalmış gerilerde. Doyumsuzluğun kara delikleri, ürkütür beni. “Yaşam böyle mi olmalıydı” dediğim olur. Değer miydi, özentiler, tutkular uğruna yaşamın onca çıkmaz sokaklarını zorlamaya. Şu dünyayı çekilmez hale getiren bizler değil miyiz,  diye hayıflandığım çok olur.

İnsanın kendini, çevresini sorgulaması, çözüm üretmesi ve sonucu içine sindirmesi pek kolay olmuyor. Ertelediğimiz geride kalmış onca değerlere baktığımızda, ne de az yaşadığımızı algılar, doyumsuzluğun boşluğuna düştüğümüzün bilincine varırız. Ama dönüşü olmayan bir yolun sonunda,  pişmanlığımızı, çaresizliğimizi yaşarız.

Günü-birlik nede çok çirkinliklerle karşılaşırız, inceliklerimiz incinir. Yüreğimizde açan çiçekler solar, beynimiz kararır, içimiz bulanır. Tepkilerimizi  içimize  gömer, insan  olmanın  bedelini tek yanlı öderiz hep.

Geniş ufuklu güzel insanlar yok mu?  İnsan olmanın tadına vardıran, erdemlerimizi besleyip geliştiren,  çiçekli bir dünyayı bölüşüp bizi mutlu eden. Olmaz olur mu? Var elbette. Onlar da olmasa, çekilir mi bu yaşam, yaşanılası şu dünyada. Ne yazık ki, bunların sayıları azalıyor gün geçtikçe.

Ünlü filozof Sinoplu Diojen, gün ışığında lambasını yakmış sokakta dolaşıyormuş Adamın biri: “Hayrola üstadım, güpe-gündüz elinde lamba ne dolaşıyorsun.” Diojen: “Adam arıyorum adam.”Demiş. Giderek aranan adamı bulmak zorlaşacak sanırım. Toplumun gidişatı bunu gösteriyor sanki.

Nedir bu insanın kendi kendinden çektiği dediğimizde, Orhan Veli’nin şu dizeleri dökülür dudaklarımdan: “Hiçbir şeyden çekmedi dünyada / Nasırından çektiği kadar / Hatta çirkin yaratıldığından bile / O kadar müteessir değildi / (...)

İnsanın nasırı, her zaman ayağında olmaz ya. Yüreğinde, beyninde nasır geliştiren insanlar da az değildir. Öfkeden deliye dönen kişiler için, “Nasrına  basmak) deyimi  boşuna  kullanılmamıştır  bence.

Neden kimi insanlar, bencilliklerini, kabalıklarını, erdemlerinin önüne almak isterler? Kötülükleri, çirkinlikleri, olumsuzlukları kendilerine kalkan yaparlar. Çekici olmak yerine, itici, incitici, kırıcı olurlar? İnsan olmanın en güzel değerleri üzerine gölge düşürmeyi marifet sayarlar. Bunların çelişkisi tek yanlı doyum aramalarına bağlanabilir mi? Bilemem. Bakınız Bacon ne diyor: “Serveti kendine efendi yapan, onun kölesi olur.”Bu yüzden diğer yanlarını (öz ve ruh) aç bırakırlar. İşin kötüsü bu açlığın bilincine de varamaz, yüzeysel biçimsel kalırlar. Oysa, gerçek doyum özdedir. Bizi insan yapan erdemlerimiz, gönlümüz ve beynimiz bu özden beslenir, gelişir.

Yaşamın her boyutunda ilgi duyup benimseyeceğimiz, kişiliğimize sindirip yaşama geçireceğimiz, onca temel değerleri erteleyerek düşeriz,  çoğu kez bu  boşluğa. Zamana bağlı ertelenmiş hiçbir değeri, yeniden yaşama olanağımız yoktur bence. Bu dünyayı gönül, erdem ve beyin fukarası olarak terk etmek istemiyorsak, yarım insan olmanın ezikliğini olumsuzluğunu yaşamaktan kurtulmamız gerekmez mi?

Ah şu insanoğlu, neden kendini bilmez, bilme çabasına girmez? Tanrı’nın kendisine tanıdığı ayrıcalıkların, salt nimetlerine sahip çıkarda, külfetini göz ardı ederler. Cep ve mide kültürlerini öne çıkarırken, erdemlerini geliştirmez, beyinlerini, yüreklerini aç bırakırlar, doğrusu anlamak, kabullenmek çok zor. Hele de özdeki bu açlığı, onlara yakıştırmaya gönlüm hiç de razı olmuyor. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa OKUMUŞ Arşivi