Mustafa OKUMUŞ

Mustafa OKUMUŞ

Oyalantı

Oldum olası, bana gelen mektupları,  kartları,  kartpostalları saklarım. Zaman-zaman onlara bakma,  okuma gereksinimi duyarım.  Gözlerim, özgün satırlarda,  anlatımlarda gezinir durur. Dudaklarımdan dökülen  ezgileri ben  bile  duyamam,  ama  hissederim. Kendimi  bir hayal  dünyasının dinginliğine  bırakır,  orada  dostlarla  sohbet ederim,  sanki…  Kartların,  kartpostalların,  mektupların sessiz dünyasında, sıkıntılarım eriyip  - gider.

Buna yönelişin nedenlerine açık bir yanıt bulmak  oldukça zordur. Özgünlüğü olan bu eğilim, her kişi için  farklı nedenlere  bağlanabilir. Bunun, önceden tasarlanmış,  istenç içi bir uğraş olduğunu da sanmıyorum.

Ne zaman bunalsam,  kendimden kaçma gereği  duyarım…  Bir anlık boşluğun içinde oluşan, oyalantı  isteğimin doyum  alanı  oluverir,  benim  için  kartlar,  kartpostallar  ve  mektuplar.

Nedeni ne olursa olsun, çoğu kişiler yapar bunu.  Kimileri mektuplara,  kimileri de albümlere, kartpostallara  gömülüp giderler;  geçmişe,  anılara.

Anılar ki, geçmişi bize bağlayan, hayal köprüleri.  Sözde,  yazıda, resimde ve eşyalarda canlanır, dillenirler.  Gözlerimizle, duygularımızla konuşuruz onlarla.

İnsan  yaşamında  nice  benzeri  nesneler  var,  ilgi  alanımızın  içinde ,  dışında..  Bunların bir kısmı, bizi  geçmişe, anılara  taşır.  Bazıları da eğlenmemize,  hoş  vakit geçirmemize  aracı  olurlar. 

Çocuklar bile, yaşama oyuncaklarla başlarlar.  Yetişkinler de, her yaşta biraz çocuk değiller mi? Kim  içindeki çocuğu  yok  edebilmiş  ki?

Yalnız geçmişe, anılara mı sığınırız?  Değil elbette.  Zaman  zaman  geleceğe  dönük  imgeler  kurar,  düşler  görür,  avunuruz.  Dinlenme ve oyalantı amacıyla, nice  kurallı  kuralsız  oyunlarda  buluşuverir,  insanlar…

Kimi zaman,  her nedenle olursa-olsun, gerçeklerin  ağırlığından bunalırız. Sorunlarımızdan kaçmak,  uzaklaşmak,  onu unutmak ve rahatlamak ihtiyacını  duyarız.  Dinlenmek, yenilenmek ve de değişim insan  doğasının  bir  gereğidir,  kuşkusuz. Tekdüzeliğin  getirdiği ağırlıktan,  gerginlikten,  bunalmışlıktan  başkaca  nasıl  kurtulabiliriz  ki? 

Mektup, kart ve kartpostalların ortak içeriği, son  satırlarda  benzeşir.  Dostların esenlik,  mutluluk dilekleri,  içtenlikli, anlamlı iletileri, iç erincimi okşar, besler  doğrusu.  Onlarla zaman- zaman buluşma isteği,  belki de  bu  gereksinimden  doğuyor,  olmalıdır.

Bir de zamanı geri çevirme, onu tekrar yaşama  olanağımız yoktur,  elbette. Bu da,  bizi böylesine bir  eğilime, anılara  yöneltiyor,  belki.  Hiç yoktan  (gerçeği  olmasa bile)  bu  tür  bir  avuntunun  beni  rahatlattığına  inandığımı,  söylemeliyim.

İşte mektuplar, işte kartpostallar,  önümde.  Kim  yollamış, ne  zaman  yollamış? Bunun fazlaca bir önemi  yoktur.  Asıl değer, mürekkebi solmuş o özgün ifadelerin  içeriğindedir.  Bakalım,  ne  sıcak  iletilerle  karşılaşacağız:

İşte birkaç cümle :  *(…)  Dede oldum ey dost,  dede! Ne güzel bir duygu bu. Belki zamanla alışırım,  ama alışmak istemiyorum,  doğrusu. Alışkanlık  mutluluğu  öldürür,  değil  mi?  O  yüzden  hep  böyle  sürsün,  istiyorum.  Oysa olanaksız,  biliyorum.  (…)*   Balkonda asma gülleri açtı. Tıpkı içimde açan güller  gibi…  Yaz bu, doğurgan  mevsim.

Başka bir mektuptan ilgimi çeken satırlara bakalım. “(…)  İstanbul’da Anadolu yakasında soluyorum.  Marmara  önümde,  mavi  bir  çarşaf  gibi.  Gündüzler  özgür burada,  ben  de…  Bir  de  geceler  olmasa  (…)”

Diğer bir mektuptan : “(…) Şimdi akşam, sıradan  akşamlardan  biri  işte.** (…)  Martılar tüneklerine  döndüler. Karşı çatıda yine bir martı  kolonisi oluştu.  Tembel,  uyuşuk ve de sevimsizler.  Oysa ben,  martıları ilk kez kartpostallarda görmüştüm.  O ak  kanatlarla mavide  süzülüşleri,  dalışlarıyla  sevmiştim,  onları.  Bizim oralarda ne deniz ne de martı yok da  (…)”

Kartpostalların da ayrı bir yeri var, oyalantımızda.  Dakikalarca bakarım, manzaralara. Oraları  gezip,  görmüş  gibi  olurum.  İşte size bir çağlayan manzarası:  Önce  yeşilin  içinden  süzülerek  bir  gelişi  var,  nazlı  suların.  Uçuruma gelince her şey değişiyor. Kendini metrelerce  yüksekten  bırakıveriyor.  Haşin,  ürkütücü,  ürpertici  bir  görüntüde,  suyun  feryadını  duyar  gibi  oluyorum.  Nedir acelen diyesim geliyor. Ama denize özlemi var,  biliyorum.

Bu da başını göğe dayamış, özgürlüğü, dinginliği  simgeleyen dağ  manzarası,  bulutları,  havası,  suları  ve  ormanıyla.

Başka bir kartpostalda, kendi boyunca küfeyi  omuzlayan  çocuk;  ekmek  parasına  adamış  emeğini.  Gel de yoksulluğu,  çaresizliği düşünme.  Gel de acıma  duygusunu  bastır  bakalım,  bastırabilirsen.

Bir de yanında karabaşı, sürüsünü otlatan çoban  var.  Kavalına takılıyorum,  çobanın.  Kavalına üflediği içli,  yanık ezgileri duyar gibi oluyorum. Belli ki sevdalı bizim  çoban.  Yavuklusuna mı,  sürüsüne mi,  özgürlüğünü doya  doya  soluduğu  doğasına  mı?

Sevdalı ya çoban, gerisi önemli mi?

Gündelik yaşamın birkaç saatini ilgi alanımıza,  hoşlanımlarımıza  ayırmak, zaman  kaybı  değildir  bence.  Bana göre dinlenmek, güç toplamak, kendimizi  yenilemektir.

Ben mektup,  kart  ve  kartpostallarda  yoğunlaşarak,  anılarda,  dünü  bu  güne  taşımaktan  hoşlanıyorsam,  herkes  böyle  yapmalı  demiyorum,   diyemem  de.  Çocuğun önüne sevmediği oyuncakları koyup, *bunlarla  oyna*  demek  ne  kadar  yanlış  ise,  başkalarına  da  oyalantı  reçeteleri  sunmak,  o  kadar  yanlıştır,  elbette.

Her kişinin oyalantı  (hobi)  alanı,  kendi  gereksinimini karşılamalı  ve  de  kendine  özgü  olmalıdır,  değil  mi?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa OKUMUŞ Arşivi