Theodor W. Adorno

Alman felsefeci, toplumbilimci, bestekar ve müzikbilimci Theodor Ludwig Wiesengrund-Adorno (1903 – 1969), sosyoloji ve felsefe profesörüydü.

Ayrıca, kompozitörlük de yapan bir müzikolog ve eleştirmendi.

Düşüncelerinin ağırlık noktası; toplumsal kritiğin bütününü oluştururdu.

Bundan dolayı, bir toplumbilimciydi.

Sosyal Araştırmalar Enstitüsü Frankfurt Okulu, günümüzde, önemini halen yitirmemiştir.

Bu nedenle, büyük bir önem arz etmektedir.

Adorno, Katolik olarak, vaftiz edilmişti.

Ne var ki; din dersi eğitmeninin entelektüel etkileşimiyle, Protestan olmuştu.

Adorno, Siegfried Operası'na dahil oldu.

Dahası, senfonik oda müziği literatüründe, güvenilir bir şahsiyet oldu.

Keza, Adorno, erken tespit edilen müzikal yeteneğe sahipti.

17 yaşındayken, Kaiser-Wilhelm Lisesi’nde (Frankfurt), iki sınıf atladı.

Böylelikle, liseyi en başarılı öğrenci olarak bitirdi.

Kompozisyon üzerine dersler de aldı.

1923 yılında, 14 yıllık arkadaşı Kracauer ile birlikte, nihayetinde, Kant'ın Salt Anlayışın Kritiği’ni geride bıraktı.

Artık kendi olmakla, şunu söylüyordu:

"En sessiz olanında bile değil, abartmıyorum, her şeyi okutmanlarıma borçlu olduğumu söylesem, Kant'ın yazdıklarında eksik kalacaktır."

Bir toplumbilimci olarak, geçmişindekilerinden farklı, yüksek bir yeteneğe sahip olduğu gerçekti.

Çok hızlı bir şekilde Yunanca, Fransızca ve İngilizce öğreniyordu.

Çatışkıları, bu yeteneği sayesinde yeniyordu.

Gerçekten de yetenekleri olanlara cesaret veriyordu.

Biraz yeteneği olanlarınsa, sabırsız olmalarına neden oluyordu.

Başkalarının kıskançlığına maruz kalıyordu.

Yaptığı işin zorluğunu kendisini anlamak isteyenlerin kapasitelerinin yetersiz kalmasında görebiliyordu.

Bu yüksek yetenekleriyle, okulda göz doldurdu. 

Lisedeyken, bir grup öğrencinin kışkırtıcı "... baban Abraham'a benden selam söyle, Theodor!" şeklindeki söylemleri, bir ölüm tehdidine değin uzandı.

Bu öğrenciler, yaş itibariyle, belki ne söylediklerini bile tam olarak kavrayamamışlardı.

Ama, bu durum, Adorno'nun okula artık yalnız başına gidip gelmesine engel oluyordu.

Ki; Adorno, bu yaşadığı olumsuz hatıraları, Minima Moralia adlı eserinde işlemişti.

1921 yılında, Frankfurt Üniversitesi'nde, felsefe, müzikoloji, psikoloji ve sosyoloji öğrenimine başladı.

1924 yılında, Husserl üzerine çalıştığı tezini en üstün derecede verdi.

Ki; bu tez, içeriğinde, eğitmeni Cornelius'un eğitmenlik ruhunu da işlemekteydi.

Dahası, öğrenim kurumlarının felsefesini kapsıyordu. 

Frankfurt'ta, halen üniversite öğrencisiyken, bir müzik eleştirmeni olarak, birçok konuda yazıyı kaleme almıştı.

Önceleri dönemin önemli sanatçıları ve orkestraları tarafından icra edilen ve beğenilen ancak daha sonra giderek azalan şekilde yankı bulan müzik eserleri, Adorno'da, kısmen de olsa, hayal kırıklığı yaratmıştı.

Ki; bu hayal kırıklığı, onun akademik dünyaya, felsefe ve sosyoloji alanlarında yazmaya geri dönmesini tetiklemişti.

Oysaki; eserleri sonraki yıllarda, piyanist Maria Luisa Lopez-Vito tarafından 1981 yılından itibaren icra ediliyordu.

1945 yılından önceki müzikle uğraşılarına rağmen, Viyana'daki yaşantısında kayda aldığı kompozisyonlar, onun en derinlemesine çalıştığı zamana denk geldi.

1950'li yıllarda, sıkça dinlenen bir komponist olarak tarihe geçti.

Fransız milli marşı için de çalışmalar yaptı.

Estetiğin Kuramı adlı çalışmasıyla, Protestan teolog Paul Tillich yanında doktorasını yaptı.

Çalışmasını kitap halinde arkadaşı sosyolog Kracauer'e atfediyordu.

Adorno, 1928 yılından 1931 yılına dek “Kırılma” ismindeki Avantgarde Dergisi’nde, redaksiyon işini üstlendi.

1933 yılına dek konser ve operalara değindiği eleştirileri başlangıçtan beri aslında felsefi bir içerik taşıyordu.

Diyalektik bütünlüğü Hegel ile taşırarak, söylemini “Bütün olan biten gerçek olmayandır” iddiasıyla harmanladı. 

1933'lü yıllarda, Adorno, durduğu yeri, hedefine ulaşması anlamında oldukça kısa süren macerasıyla ve bütün açıklığıyla geriye bakıldığında, tehlikesini tüm diğer entelektüeller bazında tamamıyla küçümseyecekti.

Berlin'de yayımlanan bir gazetedeki bir müzik kritikerinin yorumlarına dayanarak, başlangıçta yine müziğe ilişkin umutlanmıştı.

Ki; bu ilişki, onu dengi olan diğer müzik teorisyenleri ile kısmen tekrar yakınlaşmaya götürmüştü.

Hitler'in gençlik kolları öncüsü Baldur von Schirach'a ait 1934 yılında erkekler korosunca seslendirilen şiirinden övgüyle söz etmişti.

Daha önce nasyonal sosyalistlerce yasaklanan kaba anlamda “zenci cazı” diye nitelendirilen ve müzikten kopan bu tarza Adorno'nun yaptığı övgüsel yorum tepki toplamıştı.

Diskus Dergisi'ne 1962 / 63 sömestrinde, bir makale yazdı.

Böylelikle, kendiyle yüzleşti.

Ki; kimi cümlelerini aptalca ve çocukça taktiklerle yazmıştı.

Bundan dolayı, kendi mülteci dünyasında, ne kadar zorlandığından dolayı özür dilemişti.

İngiltere'ye gitti.

Oxford Üniversitesi'nde, Edmund Husserls'in filozofisi üzerine yeni akademik bir çalışma yapmayı planladı.

1956 yılında, Tanıma ve Bilme Teorisinin Meta Kritiği Üzerine adlı çalışmasını bitirdi.

Gündelik ve süregelen hayatını maddi anlamda finanse etmek için düzenli olarak Almanya'ya gidip gelmek zorundaydı.

Ama, döviz kurlarının yüksek oluşu, onu zorlamaktaydı.

Sosyal araştırmalar projesiyle, Rottweiler bünyesinde çıkan Caz Üzerine adlı dergide, Adorno'nun 1936 yılında yayımlanan yazısı, prensip olarak müzik kaygısından daha çok yakınlaşan kültür endüstrisi üzerine ele aldığı bir polemik yazısı olmuştu.

Amerika'da sürgünde yaşayan Horkheimer'den kendi enstitüsünde sosyal anlamda bilimsel araştırmalar yapması beklentisiyle, bir davet alacaktı.

O güne dek yazdıkları ve ABD'ye gidişiyle toplumsal ve sosyal araştırmacı yakıştırmasını alan Adorno, Brüksel'de ailesiyle vedalaşıyordu.

Gerçi, 1939 yılında, ailesi de oraya gelecekti.

Bu göçmen yıllar, San Remo'daki Walter Benjamin’le de sıkı bir mektuplaşmanın başlangıcıydı. 

New York'ta, Horkheimer'in Sosyal Araştırma kurumunda çalışmaya başladı.

Ki; o zaman, İsviçreli Lazarsfeld tarafından projelendirilen kitlesel bazdaki iletişim projesinin yöneticiliğini yapıyordu.

Amerika'daki araştırmacı tecrübelerine dayanarak, tuhaf metotlarla parçaların hoşa gidip gitmemesini içeren oylama taktiğiyle, değerlendirmesini yapıyordu. Sonuçları topluyordu.

Ancak, yaptıklarının, reklam kaygısıyla radyo telefonunda meşgul ettiklerinin müzik teorisiyle ve müzik öğretisiyle pek ilişkisi olmadığını görecekti. 

Endüstriyel kitle katliamı, onu şimdiye dek bildiği kültür alaşımının kırılma noktasına taşırıyordu: 

"Geniş anlamda, insan, mantığın ve gerçeğe alma duyusunun ilk anlama kavuşturulduğu günden bu yana gelişmiş düşünce yapısıyla, hedefini takip etmekte ve kaygıyı kendisinden uzaklaştırıp daha etkin olarak hayata hâkim olmak istemektedir. Fakat, sonluluğu açıklanmış dünya, bu mükemmel başarının çaresizliğinde ışımaktadır."

Adorno'nun yanıt aradığı sorulardan biri de kanıt arayan belirsiz geçmişinden beridir.

"Filozofinin, anlamlaştırılan ruhun bir uğraşısı olması mı? Yoksa, tamamıyla her şeyin üstünde olan zamanın anında içerik taşıması, orada saklı olması mı?"

Kendi içine dönen bir sağaltım için oldukça geç olduğu anlaşılabilirdi.

Güncelinde, bunu anlamamayı daha absürt bir şekilde anlamak istiyordu.

Bu şekilde, daha yüksek bir noktada ulaştığı anlamak istemi, Negatif Diyalektik olmuştu.

Ki; bu, Almanya'ya döndüğü ilk dönemde bitirdiği eseriydi.

Yeni bir emredici kategoride, negatif bir diyalektle, Hitler'in özgürlüğü zaten kısıtlanmış olan insanları zorlamasında olduğu gibi söyleminden acı verici bir şekilde faydalanmıştı:

"Düşüncelerinizi ve davranışlarınızı öyle bir ayarlayın ki; Auschwitz tekrarlanmasın. Asla benzeri olmasın!"

Sonra, şu meşhur açıklamasını yapmıştı:

"Auschwitz'ten sonra, şiir yazmak da barbarlıktır. Çünkü; kültürün kimliği ve kritiği, kültür diyalektiğinin en son basamağında barbarlığın karşısında durmaktadır."

Tüm bildiklerine rağmen, katliamdan sonra hayatta kalmanın sıkıntısıyla, daha sonra başka bir tanımlamayla, kendini doğrulamaya çalışıyordu.

Sürekli yeşeren acının yeni kurallarla haykırışının yaşam üzerinde yine de hakkı vardı.

Bu yüzden, yanlışlıklar olağandı.

Auschwitz'ten sonra, şiir yazmanın sorgusunda.

Yanlış olmayan şey ise, Auschwitz'in hâlâ yaşanmış olma gerçekliğiydi.

Adorno'nun mektupları da endüstriyel katliamların onu ne kadar bastırdığını, üzdüğünü göstermekteydi.

1940'lı yıllarda, Adorno, 1925'ten beri tanıdığı Hans Eisler ile birlikte, 1960'da tanınacak olan bir ortak çalışmada, yeni müziğin felsefesini filmin kompozisyonunda yazarken yardımcı olarak tanımlanması pek hoşuna gitmemişti.

Adorno, Berkeley Üniversitesi'nin sosyal araştırmalar enstitüsünde, Personalizmin Otoritesi, Önceliği adı altında ağırlıklı olarak, antisemist ön yargıların nedenleri üzerinde yoğunlaşan araştırma grubunun projesine çalışıyordu.

Şahsi varlığında dikkate değer diğer unsur isim değişikliğiydi.

Almanca duyumsanan Wiesengrund soyadı, pratik hayatında, ABD'de kaldığı süre boyunca, savaş sonrası pek sevilen, hoş kabullenen bir soyadı değildi.

Daha gençlik zamanlarında, İtalyanca fantazileştirilen ismi, onda nahoşluk yaratıyordu.

Edebiyat dünyasında, Theodore W. Adorno olarak sunulurken, tüm dünyada, nefretle kınanan Almanların Yahudi katliamından sonra tüm ilişkesilliğiyle ve kültürel bağıntısıyla vatandaşlık gerçeğinde dışarıya olan duruşunu açıkça ortaya koyuyordu.

Artık ismi Theodor W. Adorno idi.

1949 sonbahar sonlarına doğru, Adorno, Almanya'ya döndü.

Horkheimer ile birlikte, zamanla emek verdikleri yıllardır kafasında pekişen sosyal araştırmalar enstitüsünü yeniden inşa etmeye ve Frankfurt Üniversitesi'nde de eğitmenlik yapmaya karar verdi.

Üniversitede, sosyoloji ve felsefe eğitmenliği görevinde bulundu.

Frankfurt Okulu'nun yöneticisi olarak, Husserl ve Hegel üzerine, Negatif Diyalektik ve fragman olarak kalan Estetik Teorisi üzerine çok önemli felsefi yazılar yazdı.

Dahası, onları kitaplaştırdı.

Ona göre, itirazlarla dolu olan bir dünyada düşünmenin de itirazları olmak zorundaydı.

Ki; bununla bir sistemin kabulüne itiraz edilebilinilsin.

Bütün her şey gerçek olmayandır.

Pozitivizm kavgası, kavram olarak onun ürünüydü.

Genel olarak, kavgadaki sorun; istatikler, değerlendirilmeye gerek görülmeyenler, basit olmaktan öteye gidemeyen bulgular…

Örneğin;

"Fakirlerin yaşadığı yerlerde görülen hastalıkların zenginlerin yaşadığı yerlerde daha az görüldüğü"

Bundan daha öteye gidemeyen tarzdaydı.

Nereye götürebilirdi ki; bu yanıtı bilinen sorular insanı?

Ve nereye varabilirdi ki; eğer sorulanlar henüz temasını bile anlamadığı suskun soruya zaten soru olarak dururken?

Adorno'nun felsefesinde yoğunlaştığı diğer bir nokta,

"Sonsuzluğun mutlak oluşuna dair gerçeklik, bir elbisenin ilk tasarımından öte üzerine gelecek olan süsün ne olacağını bilmektir."

"Olandan olmak" veya benzeri fundametalist soyutlamalar ve onların değişim göstererek ortaya çıkan düşünceleri, 20. yüzyıl felsefesinde epey yer kaplamıştı.

Adorno, buna ters düşerek, Heidegger'i karşısına almış ve "olandan olmamayı" ele almıştı.

Bu anlamda, görünmeyeni, şeffaflığı; Freud'tan bahsederek, "Dünyanın görüntüsünü aradan kaldırarak bakma" yöntemini tercih etti.

Dar anlamda, Adorno'nun felsefi yazıları, ortaya koyduğu ve ileri sürdüğü düşünceleri bağlamımda, genelde felsefi sorumluluğunu tam olarak yerine getirmeden sonlandı.

Çoğu zaman, somut analizler yapmakla yükümlü olduğunu bilmesine rağmen, izlenimlerini aktarmıştı. Kavramlar üzerine yoğunlaşmıştı.

Ama, anlaşılma noktasında, yöntem ve formülize etme çabasını ihmal etmişti.

Nihayetinde, birey olarak, toplumsal birlikteliğin bu kritiğinin ortasında durdu.

İçerik olarak boş kalan geleneksel soyut felsefenin önünde söz sahibi olduğunu görmüştü.

Özellikle, klasik tanıma teorisini eleştirmişti.

Çünkü; sistemler içerisinde bireysel olan ve özdeşleştirilemeyen, anlamak yerine zarar verebilmekte.

Üstelik, toplumsal diğer yaralar da açabilmekte.

Eğer Kant ve Hegel'in düşüncelerinin arkasına düşülmek istenmiyorsa, felsefe eleştirisini sürdürmek zorundadır.

Bunu doğrulayan Negatif Diyalektik negatif olduğundan bir antisistemdir.

Çünkü; itirazlar bulmuştur ve diyalektik diliyle, arabulucu biçimde, tarihsel ve toplumsal birlikteliğin tartışmasını yapmıştır.

Ancak, Adorno, felsefede hatta metafizikteki spekülatif aklın sadece "olandan" ile uğraşmadığını, onunla meşgul olmadığını görmüştü.

Yalnızca Negatif Diyalektik'in eğiliminde, bu ihtiyacın olandan öteye düşünme noktasında uzadığını savunmuştu.

Bu, kişinin en iç düşüncesinin hücresinde ortaya çıkan, kendisiyle karşılaştırılamayacak olandı.

İç dünyadaki en küçük ayrıntılar ve geçiş, değerlendirme noktaları kesin ve kayıtsız olandan daha fazla bir önceliğe ve öneme sahipti.

Adorno'nun felsefesi, yalnızca Platon'un düşüncelerine götürmezdi.

Temel olarak, ayrıca, metafiziksel ideolojinin düşünce esasında kabul edilebilirliğine karşıydı.

Adorno, 1969 yılında, kalp enfarktüsü geçirerek, hayata gözlerini yumdu.

Pedagog ve din filozofu Georg Picht, bir gazeteye verdiği ölüm ilânında şunu dile getirdi:

"Auschwitz'ten sonra, ruhu olan kanunun bir hikâyesi daha vardı Almanya'da; öyle tesir etmeliydi Adorno'nun ölümü, birden bütün saatler dururcasına."

Felsefesi ve Etkisi

Adorno, aklın nesnel olmadığını, insanın da bu anlamda kendi özneli olamadığını savundu.

Bugüne kadarki felsefenin foyasını ortaya çıkarmaya çalıştı.

Aklın nesnel olamamasının sebebi de insanın kendi hayatının öznesi olamamasıdır.

Toplum üzerine teorileri genel bir karamsarlığı yansıttı.

Ona göre, bürokrasi, idare ve teknokrasinin kuşattığı toplumda, bireyin kendisi bizzat geçmişte kalmıştı. 

"Düşünen insan, saldırgan olamaz" şeklinde kışkırtıcı tarzıyla, ideolojilerin etkisini kırmayı, aforizmalar biçiminde yazılmış metinleriyle kapalı düşünce sistemlerinin temellerini yıkmayı düşündü.

Ki; bu geleneksel olmayan tavrı, toplumun eleştirel olmayan bir olumlamasını engellemeye çalıştı.

Böylece, okurun sadece düşünmesini değil, düşüncelerini eleştirel bir biçimde yeniden kurmasını hedefledi.

Adorno'nun kişisel çalışması, Frankfurt Okulu'nun genel yönelimlerinin çok ötesine gitti.

Çünkü; Adorno, eleştirel teorinin kendi sınırlarına ulaştığı noktada çalışmasını sürdürdü.

Kendine özgü yöntemini bu çalışmalarla geliştirdi.

Horkheimer ile birlikte yaptığı çalışmaların yani sıra, kendi kişisel çalışmalarının derinliği ve içeriğinden söylem yapısına kadar taşıdığı özgüllüğü dikkat çekiciydi.

Kişisel başyapıtı Minima Moralia, bu bakımdan özel bir yere sahipti.

Keza, bu kitap, onun kendi yöntemini ve anlayışını derinlikli ve ilginç bir şekilde ortaya koydu.

Adorno, her zaman, düşüncenin kendi içine kapanma eğilimine karşı ısrarla direndi.

O, bir anlamda her tür despotizmin ve tahakküm ilişkisinin kaynağını ve kökenini düşünme imkânının sınırlandırıldığı yerlerde gördü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Esat BEŞER Arşivi